Yaşandıkça keyif veren bir kentin
okundukça keyif veren dergisi.
ANA SAYFA
REKLAM
Abone
İLETİŞİM
YAZARLAR
Yayın Kurulu
Yeni yıla merhaba
Avram Ventura
Paylaşılan deneyimler
Gülhan Berkman Yakar
Kurumsal liderlikte topluma dokunmanın gücü
Günter Soydanbay
Brükselizasyon
Pınar Tekeş
Başarıyı sahiplenmek
Prof. Dr. Levent Kırılmaz
Bilgelik
Dr. Zeki Hozer
Suriye ve Esat
Zekeriya Şimşek
“İzmir’in Gazoz Tarihi”
İzmir Life
YAZARLAR
Yayın Kurulu
Yeni yıla merhaba
Avram Ventura
Paylaşılan deneyimler
Gülhan Berkman Yakar
Kurumsal liderlikte topluma dokunmanın gücü
Günter Soydanbay
Brükselizasyon
Pınar Tekeş
Başarıyı sahiplenmek
Prof. Dr. Levent Kırılmaz
Bilgelik
Dr. Zeki Hozer
Suriye ve Esat
Zekeriya Şimşek
“İzmir’in Gazoz Tarihi”
Geri
İleri
OCAK ŞUBAT 2025
Yeni yılın ilk sayısında bütün okurlarımız için sağlıklı ve huzurlu bir yıl dileğiyle başlıyoruz. Ekonomik koşullar bu yılda dergimizi dijital olarak yayınlamamıza yol açıyor. Dergi dijital olarak telefonlardan zor okunabilir ama bilgisayar ve tabletlerden çok net ve kolay okunuyor. Sizlerden bu konuda geri bildirim almayı umuyoruz. Şimdiye kadar bize ulaşan bilgiler okur sayımızın bir hayli arttığı yönünde... Günleriniz İzmir kadar güzel geçsin...
SARIKIŞLA GERİ GELSE NE GÜZEL OLUR
Sarıkışla geri gelse ne güzel olur Geçtiğimiz günlerde bir Kemeraltı turu sonrasında, kentin muhteşem simgesi Saat Kulesi’nin bulunduğu meydandaki banklardan birine oturmuş dinlenirken Hükümet Konağı’na, muhteşem Yalı Camisi’ne bakarken gözüm yıkılan belediye binası ve Emniyet Müdürlüğü binasının molozlarına takıldı. Bu meydana nasıl bir bina yakışır diye düşünmeye başladım. Ve benim doğduğum yıl yıkılan o güzelim Sarıkışla binası düştü aklıma. Hepimizin özlediği o eski İzmir esintilerinin esiri olarak Belediye ve Emniyetin molozlarını süpürerek yerlerine Hükümet Konağı ile bütünleşecek iki tarihi bina kondurdum. Gelin şimdi bu hayalin keyfini birlikte sürelim. Belki birilerinin aklına da yatar ve keyfimize onlarda katılır. Avrupa’nın birçok tarihi kentinde belediye binaları avlulu eski yapılar… Çevrelerinde heykeller, muhteşem çeşmeler, müzeler, sanat galerileri, restoranlar ve kafeler var. Cıvıl cıvıl canlı alanlar… Avlusu Saat Kulesi yönüne açılan, 3 katlı “U” şeklinde bir bina… Avlunun sonunda şuandaki kaidesine nazaran çok daha estetik bir kaide üzerinde Hasan Tahsin’in “İlk Kurşun Anıtı” yerleşmiş. Hatta anıt, insanların kenarlarına oturabileceği bir tarihi çeşmenin ortasında da olabilir. U’nun ayaklarının dışa bakan yönleri kemerli sütunlu bir yaya koridoru. Burada bazı dükkanlar ile belediyenin halkın kolay ulaşabileceği bazı birimleri var, örneğin “Halkın Bakkalı”, “İzmirim Kart” benzeri birimler… İç avluda ise birkaç restoran ve kafe bulunuyor. Bunları belediye işletirse kentin misafirlerine harika hizmet sunulmuş olur. Avluda sergiler açılabilir. Geçici stantlarda sivil toplum kuruluşlarının üretmiş olduğu ürünler satılabilir. Bu örnekleri bütün Avrupa kentlerinde görüyoruz. Emniyet Müdürlüğü binasının da avlusu Hükümet Konağı bahçesine bakacak benzer şekilde inşa edildiğinde Tarihi Kemeraltı Çarşısı daha da değerli hale gelecek ve yeni İnşa edilen İktisat Kongresi binası ile bütünleşecektir. Hayalimizi biraz daha ileri götürürsek; meydandaki iki kamu binası daha yıkılıp yerlerine benzer binalar yapıldığında kentin turistik kimliği öne çıkacak, bu binalar ile birlikte Vakıfbank, Garanti Bankası ve Kardiçalı Hanı binaları da bu görüntüyü tamamlayacaktır. Hani şimdi bu hayalin adı; “Koruyamadık, yenisini yaptık” olabilir. Şimdilik hayal ama neden gerçek olmasın? Sarı kışla neden geri gelmesin?
KARBON AYAK İZİ
İzmir’in karbon ayak izi yılda 8.3 ton Ege Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) ve Zeytince Ekoloji Yaşamı Destekleme Derneği iş birliğinde düzenlenen çalıştayda, “AB Horizon PSLifestyle Projesi” kapsamında bugüne kadar elde edilen sonuçlar iş dünyası temsilcileriyle paylaşıldı. İZMİR’DE 13 BİN KİŞİNİN KARBON AYAK İZİ ÖLÇÜLDÜ İzmir'de yürütülen AB Horizon PSLifestyle Projesi’nin yerel koordinatörü Doç. Dr. Meneviş Uzbay Pirili, 2,5 yılda yapılan çalışmaları ve elde edilen sonuçları paylaştı. Birçok paydaşla yürütülen projenin İzmir’in kampanyası haline geldiğini vurgulayan Pirili, “Bu, 8 ülkede ve o ülkelerin pilot kentlerinde yürütülen bir proje. Türkiye’den İzmir seçildi ve 2025 Eylül ayında tamamlanacak. Günlük yaşamımızda önemli miktarda karbon salımı yapıyoruz; ulaşım, atık, enerji tüketimi gibi alanlarda emisyonlarımız var. Bu proje, küçük davranış değişiklikleri ile karbon ayak izimizi azaltmayı hedefliyor. Bir uygulamamız var; karbon ayak izini ölçüyor, önerilerde bulunuyor ve bireylere bir plan hazırlama fırsatı sunuyor. Şu ana kadar 300 bine yakın kişi karbon ayak izini test etti. Bu kişilerin 23 bini karbon ayak izini azaltmak için ipuçlarını seçti ve bunun sonucunda ciddi bir emisyon düşüşü yaşandı. İzmir’de bugüne kadar 13 bin kişiye ulaştık. Şehrin yıllık ortalama karbon ayak izi 8.3 ton, bu da Türkiye ortalaması olan 5.2 tonun üzerinde. Kanada’da ortalama bir kişi yılda 14 ton sera gazı emisyonuna neden olurken, Endonezya’da ortalama 2.2 emisyona yol açıyor. Dünyanın en zengin yüzde 1’lık kısmının karbon ayak izi yıllık 300 ton civarında. Yani gelir düzeyi arttıkça sera gazı emisyonu da yükseliyor." Pirili, proje kapsamında oluşturulan geniş veri setinin iş dünyası için de değerli bilgiler sunduğunu belirtti. İş dünyasının İzmir’deki tüketim desenleriyle ilgili önemli bilgiler edinebileceğini söyleyerek, projeye iş dünyasının aktif katılımını beklediklerini ifade etti. KARBON KREDİSİ DÖNEMİ SÜGEP Akademi Başkanı Umut Dilsiz de, “karbon çiftliği” projesiyle yakın gelecekte, dünya ticaretinin de değişeceğini söyledi. Dilsiz, şöyle devam etti: “Karbon çiftliği projesi, uygun bitki deseniyle karbon emisyonunu havada yakalayıp toprağa hapsediyor ve bu karbonu ölçümleyip karbon kredisine dönüştürerek uluslararası piyasalarda ticaretini yapmanıza imkan tanıyor. Bu krediler, Avrupa Birliği ile yapılacak ticarette de kullanılabilir. Fabrikalarda emisyonu azaltmak her zaman mümkün değil; ancak karbon çiftliği ortaklığı ile elde edilen sertifikalar iş dünyasına fayda sağlayabilir. Bu sertifikalar, Avrupa Birliği ticaretinde kullanılabilir veya karbon borsasında menkul kıymet olarak alınıp satılabilir. Böylece hem kazanç sağlanır hem de sürdürülebilir bir finansman modeli oluşturulabilir. Karbon azalımı yalnızca şirketlerin sorumluluğu olarak düşünülmemeli. Bu projeler, bireylerin de sorumluluğunu artırarak büyük bir veri havuzu oluşturuyor. Türkiye’de hazırlıkları yapılan iklim yasası ile bireysel karbon ayak izimizin hayatımızı nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Yakında, kredi kartlarımızdaki alışverişlerde karbon ayak izi hesaplanacak; fişlerde de ‘Bu alışverişte şu kadar karbon ayak izi yarattınız’ bilgisi yer alacak. Üç bin ton gibi bir karbon ayak izi limiti belirlenebilir; bu limiti aşanlar, emisyonları düşürmek için karbon kredisi satın alarak alışverişlerine devam edebilecek. Bu fütüristtik gibi görünse de çok yakında bankalar da bu sürece dahil olacak. Karbon ticareti, önümüzdeki on yılın temel ekonomik kaynaklarından biri olacak.”
YER ALTINDAN GELEN ŞİFA
Yer altından gelen şifa Termal tedavi Türkiye’de termal tedavi ile şifa bulmak uzun bir tarihe sahip. Anadolu’da şifalı sulardan Hititler döneminden itibaren faydalanıldığı biliniyor. Tüm termal kaynaklar, yer altındaki suyun ısınarak toprağı itmesi ve topraktaki minerallerle birlikte yeryüzüne çıkmasıyla oluşuyor. Suyun termal olabilmesi için ise bin gramında en az bir gram mineral olması gerekiyor. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki kaynaklar, yer aldıkları toprağın mineral yapısına göre değişen özellikler taşıyor. Örneğin su, kalsiyum yataklarının bulunduğu yerde kalsiyum ağırlıklı, denize yakın yerlerde ise klorlu çıkıyor. Bunların hepsi de farklı tedtavilerde kullanılıyor; kükürt ağırlıklı su cilt hastalıklarına iyi gelirken, sodyum bikarbonatlı su romatizmal hastalıklara çare oluyor. Türkiye’de var olan bin 300 dolayındaki farklı termal kaynak da bu haliyle pek çok sorunun çözümünde hastalara umut kaynağı. Hangi hastalıkların tedavisinde kullanılıyor? Uzmanlar, termal suyun tedaviyi kolaylaştırıcı, ağrıları azaltıcı etkisi üzerinde duruyor. Fizik tedavi ve rehabilitasyonu tamamlayıcı bir unsur olarak görülen termal su, romatizmal hastalıklardan kısırlığa, kadın hastalıklarından diyabet ve astıma kadar geniş bir yelpazede etkili. Bu tedavi yelpazesinde romatizmal hastalıklar, en fazla bilimsel kanıt olan tedavi edici hastalık grubu arasında. Kaplıca tedavisi, hemen hemen bütün romatizmal hastalıklarda artık bilimsel tedavi rehberlerine de girmiş durumda. Diğer bir tedavi alanı ise dermatoloji denilen cilt hastalıkları grubu olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle sedef, egzama, dermatit ve akne dediğimiz belli başlı kronik cilt sorunlarında kaplıca tedavisi etkili oluyor. Uzmanlar kaplıca tedavisinden hemen hemen bütün sistemik hastalıklarda faydalanılabileceğini söylüyor. Yapılan çalışmalarda akciğer, kalp-damar, dolaşım ve metabolizmal (diyabet, hiperlipidemi) hastalıkların tedavisinde kaplıcadan faydalanılabileceği yönünde. Bazı rahatsızlıkları olan insanlarda ise termal tedavi uygun olmuyor. Bunların başında akut ateşli, iltihaplı rahatsızlıklar geliyor. Yine bazı organ yetersizliği hastaları da kaplıcalardan faydalanamıyor. Termal tedavi ve fizik tedavi nasıl birleşir? Termal tesislerde “tedavi” işlevi yüksek olduğu için bu amaca uygun olarak kurulmuş ve organize olmuş olması gerekiyor. Çünkü tedavi, belirli bir süre bu merkezlerde kalmayı gerektiriyor. Bu süre 10-15 gün, 3 hafta ve bazen 4 haftaya kadar uzayabiliyor. Özel bir program dahilinde kişi, tesisteki termal mineralli suları, bazen de çamurları kullanıyor. Aynı zamanda da yine hastalığa bağlı ya da o kaplıca tesisinin olanaklarına bağlı olarak kişiye egzersiz, diyet, sağlıklı beslenme eğitimi, iklim tedavisi gibi yöntemlerin kombine kullanımı sağlanıyor. Uzmanlara göre hasta, kaplıcayı kullandığında genel bir iyileşme oluyor ve ilaçların etkisi yüzde 100’e kadar artıyor. Fizik tedavide vücut ağırlığının üçte ikisi sudan oluştuğu için normal şartlarda yürüyemeyen hastaların suyun içinde daha rahat hareket ettikleri de bir gerçek. Özel kaldıraçlarla havuza transfer edilen hastanın yürüdüğünü görmesi, kendisini motive ediyor. Bunun yanında termal suların şifa özelliği de devreye girince tedavi olumlu sonuçlar veriyor. Fizik tedavi yönteminin ilaçlarla ve kaplıcayla birlikte uygulanması etkinin artmasını ve hastanın sağlığına kavuşmasını hızlandırıyor. Yani kaplıca tedavisi, hastanın tedavi basamaklarından biri. Kaplıca seçerken nelere dikkat edilmeli? Türkiye’de coğrafi yapısı ve iklimi dolayısıyla çok sayıda kaplıca bulunuyor. Araştırmalara göre kaynak zenginliği açısından Türkiye, dünyadaki ilk 7 ülke arasında yer alıyor. Bir bakıma Türkiye termal turizmin cenneti olarak adlandırılıyor. Ancak bu cennetten faydalanmak için termal tedavi sırasında dikkat edilmesi gereken unsurları bilmek gerekli. Öncelikle tedavi için seçilecek bölgenin suyunun hangi hastalık için iyi geldiğini tespit etmek lazım. Sonra da çevrenin gürültüsüz ve dinlenmeye müsait bir yapıya sahip olup-olmadığına bakmak gerekiyor. Diğer taraftan Sağlık Bakanlığı tarafından izin verilmiş, ruhsatlandırılmış bir tesisi seçmek oldukça önemli. Bu anlamda kaplıcalarda hijyen çok önemli. Herkesin kullandığı havuzların hijyenine dikkat edilmeli. Kişilerin rahatsızlıkları farklı olduğu ve bulaşıcı risk de taşıyabileceği için en çok üzerinde durulması gereken bölüm bu. Seçilen kaplıcada her türlü rahatsızlığa anında müdahale edilebilmesi için Acil Müdahale Birimi ve gerekli tıbbi aracın da bulunması gerekiyor. Ayrıca tesislerin insan gücü, yani fizik tedavi uzmanlarını bünyesinde barındırması önem arz ediyor. Yine tedavide kullanılan cihazların eksiksiz olarak bulunması da bir diğer unsur.
ÇELİK YAPILAR
Çelik yapılar ekonomik bir çözüm sunuyor İklim koşullarından bağımsız, fabrikalarda üretilen çelik binalar, geleneksel yöntemlere göre 2-3 kat daha hızlı inşa ediliyor. Diğer yandan çelik binalar, artan inşaat maliyetlerine karşın sundukları mali avantajla da öne çıkıyor. Çelik binaların geleneksel yapılarla maliyetleri kâğıt üstünde aynı gibi gözükse de bu tipteki yapılar, zaman ve kazanılan alanlardan dolayı daha ekonomik bir çözüm olarak dikkat çekiyor. Özellikle tekrarlı projelerde bu ekonomik avantaj daha da çok artıyor. Consera Kurucusu ve Türk Yapısal Çelik Derneği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Melih Şimşek, “Çelik binalar olması gereken potansiyeli yakalayabilmiş değil. ‘Çelik yapılar pahalıdır’, ‘Çelik yapıları inşa edecek yeterli insan kaynağımız ve tesisimiz yok’ gibi bilimden ve gerçeklerden uzak birçok önyargı hâlâ varlığını sürdürüyor. Ülkemizin çelik yapı üretiminde dünya liderleri arasına girmesi mümkün, fakat bunun için mevcut algının değişmesi gerekiyor.” diyor. Minimum enerji ihtiyacıyla tamamlanıyor Çelik, performans kaybı olmadan yüzde 100’e kadar defalarca geri dönüştürülebiliyor. Ön üretimli yapı sistemleriyle inşa edilen çelik yapılar, minimum enerji ihtiyacıyla tamamlanabiliyor. Böylece enerjide dışa bağımlılığı azaltırken, karbon salınımının düşürülmesine de katkıda bulunuyor. Diğer yandan, bu tipteki yapıların hafif olması altyapı maliyetlerinde tasarrufa gidilmesini de sağlıyor. “Çelik pahalıdır" algısı yanlış Çelik yapıların pahalı, betonarme yapıların ise daha ucuz olduğu görüşünün oldukça hatalı bir yaklaşım olduğunun altını çizen Consera Kurucusu ve Türk Yapısal Çelik Derneği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Melih Şimşek, “Öncelikle insan hayatının parayla ölçülemeyeceği konusunda herkesin hemfikir olduğundan kuşkumuz yok. Çelik yapıların ‘pahalı’ olduğu konusu ise kesinlikle doğru değil, 3 kat daha hızlı, daha hafif, daha verimli olan, sadece bir yapının taşıyıcı sistemi payı yüzde 20’nin içinde bulunan bir yapıya pahalı denebilmesi mümkün değil. ‘Çelik yapılar pahalıdır’, ‘Çelik yapıları inşa edecek yeterli insan kaynağımız ve tesisimiz yok’ gibi bilim ve gerçeklerden uzak birçok önyargı hâlâ varlığını sürdürüyor. Altını çizerek söylemek isterim ki yıkılmayacak binalar yapmak zorundayız. Çelik, bu konuda kendini defalarca kanıtlamış bir malzeme ve nesilden nesle aktarılabilir” diyor. “Yatırımın geri dönüş süresi kısalıyor” Çelik yapıların yaygınlaşmasıyla deprem dirençli evlere sahip olurken, işletme maliyetlerinde de en az yüzde 50 avantaj sağlanacağını açıklayan Melih Şimşek, “Bu tipteki yapılar daha hızlı üretildiklerinden yatırım geri dönüş süresi avantaj sağlıyor. Uzun kullanım ömrü sunuyor ve geri dönüşümlü oldukları için tekrar tekrar kullanılabiliyor.” şeklinde sözlerini sürdürdü. “Türkiye, çelik yapı üretiminde dünya liderleri arasına girebilir” Her fırsatta off-site construction’ın yaygınlaşarak bir endüstriye dönüşmesinin gerekli olduğunun altını çizdiklerini belirten Şimşek, “Bunun ilk nedeni, başta ülkemiz vatandaşları olmak üzere herkes için güvenli mekânlar oluşturmak. Türkiye, dünyanın yedinci, Avrupa’nın ise birinci büyük çelik üreticisi olduğu halde çelik binalar henüz istenilen düzeyde yaygınlaşamadı. Oysa hem kaynaklarının genişliği hem de yakın gelecekte dünyanın en büyük barınma ihtiyaçlarının doğacağı coğrafyada konumlanması nedeniyle Türkiye’nin çelik yapı üretiminde dünya liderleri arasına girmesi mümkün, fakat bunun için mevcut algının değişmesi gerekiyor” dedi.
ŞEHİR GAZİNOSU BİR DÜŞ MÜYDÜ?
Şehir Gazinosu bir düş müydü? Dikkatinizin özellikle yoğunlaşmasını isterim ki, emperyalizme karşı 1915 yılında yitirilmiş İzmir kenti, 1922’de geri alındıktan sonra yaşadığı büyük yıkım ile yangının ardından kendini toplamaya uğraşırken çağdaş uygarlığa giden ilk adımları atmakta da kararlı ve hızlı olmuştur. TBMM tarafından 1923’te kabul edilen Cumhuriyetin ilanına koşut süreçte Türk Ulusu, o bağımsızlık savaşı verdiği Batı’nın sahip olduğu uygarlık değerlerini alma konusunda asla ikirciklenmemiş, Batı’nın çağdaş kültürüne asla arkasını dönmemiş, abece’sinden giyimine, müziğine kapılarını alabildiğince açmıştır. Bu bağlamda Cumhuriyet ile gelen ulus olmanın güzelliği ve görkeminin, yine o dönem gazino eğlencelerine ve balolarına da yansıması bunlardan biridir. Yeni kuşakların bilmediği, anımsayanların ise sayıca hayli az kaldığı Birinci Kordon’daki 1932 yılında kurulmuş Şehir Gazinosu bunun somut bir örneğidir. İzmir’de yayımlanan bir gazetenin, 10 Nisan 1933 tarihinde Şehir Gazinosu ile ilgili verdiği şu haber panoramayı aktarması yönüyle ilginçtir: "Şehir Gazinosu, İzmir Umumi Efkârının takdirini topladı. Belediye Reisi Behçet Salih Bey’in yokluk içinde varlık ifade eden eserlerinden biri de Birinci Kordon’da vücuda getirilen Şehir Gazinosu ve yanındaki çocuk bahçesidir. Bayramın ilk günü kuşat edilen ve çok güzel bir şekilde tanzim edilmiş bulunan Şehir Gazinosu, Kordon’dan geçen her vatandaşın takdirlerini toplayan bir eser olmuştur. Behçet Salih Bey’in gayretini müstecir Murat Bey’in idaresi, ince zevki ile tefriş tanzim ve idarede gösterdiği fedakarane mesaisi tamamlamıştır. İzmir’in şerefiyle mütenasip bir Şehir Gazinosu vücuda getirmek hususunda gösterilen gayreti takdirle karşılarız. Şehir Gazinosu bol elektrik ziyalarının parıltıları içinde Kordon’un incisi olmuştur. İzmirliler, yoğun boğucu sıcaklar esnasında kendilerine çok nezih bir muhite şimdiden kavuşmuşlardır." Yaman merakta mısın ey okur, bu Şehir Gazinosu neredeydi? diye... Sıkı dur lütfen, yerini aktarıyorum: Hani bir kısım siyaset erbabının kentin sahip olduğu derin ve naif kültürü bilmeden dört şeritli otoyol yapma konusunda tutturduğu Birinci Kordon’da, uzun yıllar NATO’ya ait soğuk mu soğuk, taş yüklü bina iken şimdi aynı soğuklukta orduevine çevrilen yapı var ya, işte orası! İşte orası 1930’lu yıllarda, üzerinde bina bulunmayan, ağaçlar arasında, halkın "öğle vakti çok temiz bir hava ve güzel çiçek kokuları arasında ve hem de radyo ile yüksek müzik parçalarını dinleyerek yorgunluğunu giderdiği, mütenevi ve turfanda yemeklerle gıdasını temin imkânını bulabildiği" bir yerdi. Öyle bir yerdi ki, savaştan ve yıkımdan çıkmış halk, "Akşam saf havalı deniz kenarında güneşin gurubunun, imbat rüzgarının yardımıyla gelen gül kokuları arasında yalnız 75 kuruş tabldot ücret ile yemek ve istirahat fırsatını" bulabildiği bir güzelliğe sahipti. Halka açık Şehir Gazinosu’na üst başınız dağınık, iki günlük uzamış sakal traşlı erkek yüzünüzle, özensiz bayan giyiminizle giremezdiniz. Savaştan çıkmış, yorgun, Osmanlı’dan kalma borcunu ödeyerek ekonomisini düzlüğe çıkarmış, yorganını ayağına göre uzatmasını bilen halkın bayanları etek döpiyes giyer, başlarına şapka takar öyle giderlerdi. Ya erkekler? Erkekler nasıl mı giderlerdi? Şehir Gazinosu’nun son dönemlerini yaşamış Vâlâ Rüstem hanımefendinin aktardığına göre erkekler yarım astarlı krem renkli ceket, tiril tiril ütülü keten pantolon ve boyalı ayakkabılarla Şehir Gazinosu’ndan içeri adımlarını atarlardı. Kapısında Çolak Hasan dururdu gazinonun. Çam ağacının iğne yapraklarına geçirdiği İzmir’in ünlü yasemin çiçeğinden yaptığı küçücük demetleri erkeklere parası karşılığı uzatır, centilmen erkek aldığı bu demeti yanındaki bayana verirdi. Bu bir kültürdü. İsteyen yemek yer, içkisini içer, isteyen salt çayını yudumlarken guruba karşı Körfez’den gelen meltemle sıcak yaz akşamını rahat bir biçimde geçirmeye çalışırdı. Gazoz günleri düzenlenirdi Yine 1930’ların günlük gazetelerinin sayfaları arasında dolaştığımızda, "müşterilerinden gördüğü fevkalâde rağbet üzerine Şehir Gazinosu’nda cuma, cumartesileri ‘gazoz günleri’nin düzenlendiğini" görüyoruz. Ayrıca diğer günler gibi bu günler için de "tanınmış bir heyetten müteşekkil alafranga müzik ve cazbant da temin eylenmiştir." Gazoz günleriyle birlikte düzenlenen garden partiler de büyük ilgi görmektedir. Garden partilerde "kuvvetli orkestranın iştirakiyle yapılan müteaddit danslar ve varyete numaralarına renkli projektörler vasıtası ile daha fazla ziyalar verilmekte ve mevsimin en güzel tuvaletleriyle danslara iştirak eden şehrin Türk ve ecnebi kibar mehaŞli çok zevkli ve neşeli bir vakit geçirmek fırsatını elde etmektedir." Şehir Gazinosu’na Avrupa’dan getirtilen caz orkestrası ile ilgili bir haber de 8 Temmuz 1933 tarihli Yeni Asır’da, "İzmir’de, ilk kez bir gazinoda, caz müziği başladı" başlığı ile verilir. Haber şöyledir: "Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada ve her alanda bir yenileşme hareketi başladı. Bizde de İstiklâl Savaşı’ndan ve Saltanat’ın yıkılmasından sonra her türlü ileri hareketlere kapılarımız açıldı. Avrupa’nın son icadı gramofon sayısı gittikçe artıyor. Avrupa ile Amerika’da, şimdi de caz müziği modası var. İzmir’deki gazinolarda günümüze kadar sadece Türk halk ve klâsik müzikleri dinleniyordu. Artık caz müziği de dinlemek kabil olacak. İlk caz müziği programı, Kordon’daki Şehir Gazinosu’nda başladı." Atatürk geliyor İzmir’e 17 kez gelen Kemal Atatürk, 13 Nisan 1934’te Şehir Gazinosu’na gelmiştir. O gün bir gazetemiz, Ata’nın Şehir Gazinosu’na gelmesiyle ilgili olarak aynen şöyle yazar: "Gazi Hz. dün konaklarında istirahat buyurdular ve akşam saat 19’da refakatlerinde bulunan zevat ile birlikte Şehir Gazinosu’na şeref verdiler. Burada saat 21’e kadar kaldılar. Sevgili Şef’in Şehir Gazinosu’nda huzuru, bu saatte Gazino’da bulunan vatandaşları çok sevindirdi. Zira Gazi’mizi bol bol görmek saadetine mazhar oldular. Reisicumhur Hz. Şehir Gazinosu’nu beğendiler ve Gazino’yu terkederken ‘Uzun senelerden beri bu kadar güzel bir manzara karşısında bu kadar zevkli bir bira içmedim. Burası ömür bir yer’ diyerek yüksek iltifatlarını izhar buyurdular." Şehir Gazinosu’nun işletmecisi Murat Türkmenoğlu’nun oğlu Hüseyin Türkmenoğlu o yıllara ilişkin anılarını aktarırken Atatürk’ün Şehir Gazinosu’na bir başka gelişinde ressam Kadri Atamal’ın karısı ile burada dans ettiğini aktarıyor. Ata, 23 Haziran 1934 tarihinde Şehir Gazinosu’nda önemli bir konuğunu, İran Şahı Rıza Pehlevi’yi ağırlamaktadır. O gece kentin unutulmaz valilerinden Kâzım Paşa’ya ‘Dirik’ soyadının verilmesi de Hüseyin Bey ile Girit muhaciri Naim Ozkay Bey’in tanıklığında Şehir Gazinosu’nda olur. Şehir Gazinosu tarih oluyor İlk yapılışında yazlık olan, ardından kış mevsimi boyunca da İzmirlilere hizmet etmesine karar verilen 1933 yılı sonunda kışlık bölümü yapılan Şehir Gazinosu’nun sonunu hazırlayan olgu İEF’nın gösterdiği gelişmedir. Umur Sönmezdağ’ın, "İzmir tarihinde sergi, panayır, fuarlar ve kültürpark" adlı kitabını okuduğumuzda Şehir Gazinosu’nun sonunun nasıl getirildiğini görmekteyiz. 1938 yılında yapılan İEF’nın gördüğü ilgi konaklama sorununu beraberinde getirmiştir. "Gerek yerli, gerekse yabancı turistlerin gösterdikleri ilgi karşısında en büyük sorun yatacak yer idi. Her ne kadar Erkek Lisesi (bugünkü Atatürk Lisesi), geçici olarak otele dönüştürülmüş ve özel bir şahıs tarafından Pasaport’ta Fuar Oteli açılmış ise de yatak sayısı çok yetersizdi. Hakkı Ocakoğlu imzalı bir yazıda, ‘Fuar, turistlere ucuz seyahat imkânlarını hazırlayacak, şehire bol eğlenceler temin edecek, milli ekonomimiz için hayırlı ve müsbet neticeler verecektir... Fakat ziyaretçilerin istirahatlerini temin edecek müesseselerimiz yeterli değildir. 100’er, 200’er kişilik grupları barındıracak otellerimiz yoktur. İzmir’in turistik bakımdan iki eksiği vardır: a)Yollar b)Oteller. Turizm ve fuar münasebeti ile ziyaretçi kabul eden şehirler otel meselesini halletmelidir’ denmektedir." Sözü edilen bu önemli eksiği gidermek için 300 bin lira harcamayla 1939 fuarına yetişecek bir gazinonun yapımı kararı alınır. 1932 yılında Belediye Başkanı Behçet Salih (Uz) tarafından ‘Açıkhava Aile Gazinosu’ olarak düzenlenmişken, daha sonra yine Uz tarafından ‘Şehir Oteli’ inşasına karar verildiği için ortadan kaldırılan Gazino’nun yerine Şehir Oteli yapılır. 2. Dünya Savaşı nedeniyle otel işletmeye açılamaz. 1953 yılına değin yine gazino olarak kullanılır ancak o ilk albenisini yitirmiştir. Aynı yıl bina, Belediye Başkanı Rauf Onursal tarafından Milli Savunma Bakanlığı’na NATO binası olarak devredilir. İlk yanlış; ağaçlıklı, halka açık, deniz manzaralı yerde, Körfez’in meltemine açık alana inşaat yapılmasıdır. Şehir Oteli’nin bir süre duran inşaatı 1949’da yeniden başlar. DP iktidara gelince inşaat hızlanır, 1953’te tamamlanır. Belediye, DP’ye yardımı olmuş, hizmet etmiş Yüklenimci Albayrak’a oteli 1 milyon 250 bin liradan satmak isteyince, özellikle Sadullah Danış’ın Demokrat İzmir’de çıkan ağır yazısı üzerine satıştan vazgeçilir. Geceleri Esuardo Biango (Tango Kralı) Orkestrası’nın çaldığı, siyah giysili erkekler ile tuvaletli hanımların doldurduğu, beş yıl boyunca Kordon’da aile gazinosu olarak hizmet veren Şehir Gazinosu, 1938 yılı başlarında betonun soğuk yüzüyle karşılaştığında düş cenneti kimliğini yitirmiştir. 1953 yılından 1990’lara değin bu kez NATO’nun soğuk yüzünü taşır. Şimdi ise aynı soğuk yapısıyla orduevidir. Evet, döneminde İzmir’in en önemli yeri olma kimliğini taşıyan Şehir Gazinosu ile ilgili Hüseyin Türkmenoğlu’nun anılarından yaptığı aktarmalarla kapatalım sayfayı: "1933 ya da 1934 yılıydı. Macaristan’dan bir çigan orkestrası geldi ilk kez. Çaldıklarında Kordon tıklım tıklım dolardı. Öyle ilgiyle izlenirdi ki faytoncuların kırbaç sesleri sükuneti ihlal ederdi. Hiç unutmuyorum; Telefunken firması Şehir Gazinosu’na yeni ses düzeni kurmuştu. Karşıyaka’dan gazinoya telefon edip, "aman bu parçayı yeniden çalsınlar’ isteklerini ilettiklerini iyi biliyorum. İzmir yerli halkı o yıllarda deniz ürünlerini pek bilmez, tüketmezdi. Daha çok bilinen balık türleri çipura, lidaki, barbun, levrek, kefaldi. Karides ile istakozu ise daha çok ecnebiler bilirdi. Balıkçılar gazinoya karidesleri, istakozları sepetler içersinde getirirlerdi. 40 paradan seçer seçer alırdık. Levrek; tavada, yapma mayonez, haşlanmış patates ile sunulurdu. Çipura ekseri tava yenirdi, ızgara yenmezdi. Trança ise bilinmezdi. Tranç, Fransızcada dilim, İtalyancada parça anlamındadır. Trançanın kafasının değerini bilen müşteri ayrıydı. Balıkçı, o yüzden trançayı kafasından ayırır, kafayı özel müşterisine satardı. O zamanlar fırınlarda ekmek öğleyin çıkardı. Ekmek çıktıktan sonra, közde kakavia adı verilen, trançanın kafasıyla domates, soğan, patatesin birlikte için için pişmesiyle yapılan yemek pek kokulu, pek iştah açıcı, dolayısıyla pek lezzetli olurdu. Kakaviayı Türkler bilmez, ecnebiler bilir, yerdi."
YANAN ZEYTİNLER
Yanan zeytin ağaçları küllerinden doğacak İzmir Büyükşehir Belediyesi, orman yangınlarında zarar gören zeytinliklerin hayata döndürülmesi için çalışmalarını sürdürüyor. Zeytin ağaçlarının doğru müdahale ile yaşatılması için yangın bölgelerindeki üreticilere eğitim verildi. İzmir Büyükşehir Belediyesi, geçen ağustos ayındaki orman yangınlarında zarar gören yeşil alanların yaşatılması ve tedavisi için çalışmalarını sürdürüyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi ekipleri, yangından etkilenen dört ilçede Karşıyaka, Bayraklı, Tire ve Bayındır’da yaptığı saha çalışmalarında zeytinliklerin büyük ölçüde zarar gördüğünü tespit ederek harekete geçti. Tarımsal Hizmetler Dairesi, yangından etkilenen zeytin ağaçlarının doğru bir şekilde rehabilitasyonun yapılması için bölgedeki üreticilere eğitim vermeye başladı. Zeytincilik Araştırma Enstitüsü’nün desteğiyle alanında uzman ziraat mühendisleri, kırsal mahalleleri teker teker gezerek geçimini zeytincilikten kazanan üreticilere teorik ve pratik eğitim verdi. Eğitimlerde zeytin ağaçlarının yeniden hayata döndürülmesi, doğru müdahale ve bakım teknikleri gibi pek çok konuda bilgi verildi.
KENT VE SANAT
Kentlerimize sanatla sahip çıkalım Aktivist, seramik sanatçısı ve sanat tarihçisi Özgür Ceren Can, kültürel mirasın korunması ve kent kimliklerinin güçlenmesi için sanatın dönüştürücü gücüne dikkat çekerek, “Kentlerimize sanatla sahip çıkalım” çağrısında bulundu. Sanatçı Ceren Can, kent yaşamının tarihsel ve kültürel miraslarla zenginleşmesi gerektiğine dikkat çekti. Sanatı, kültürel değerleri yaşatan bir köprü olarak gördüğünü ifade eden Ceren Can yaptığı açıklamada, “Sanat; kent kimliğini güçlendiren, o kente aidiyet duygusunu pekiştiren bir araç” dedi. Anafartalar çarşısının kültürel mirasa kazandıran faaliyetleri ile dikkatleri üzerine toplayan Can, kültürel mirasın kaybolmaması için kentlerde tarihi yapıların, meydanların, sokakların birer sanat mekanı olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Can şöyle devam etti; “Sanat, kentin ruhunu yaşatan en önemli unsurlardan biri. Kamusal alanlarda sanatı daha fazla görünür kılmak, kent sakinleriyle kültürel miras arasında güçlü bir bağ oluşturur. Kültürel değerlerimizi sanatla geleceğe taşımalıyız. Kentlerde sanatla karşılaşan her birey, geçmişine daha bilinçli sahip çıkacaktır.” Sanatın sadece sergi salonlarında değil, mahallelerde, sokaklarda, meydanlarda halka ulaşması gerektiğini savunan Can, kamusal sanat projelerinin kent estetiğini güçlendirecek, toplumsal aidiyeti pekiştirecek ve gelecek kuşaklara daha güçlü bir kültürel miras bırakılmasına katkı sağlayacağına söyledi.
PLASTİK ÇÖPLER
Vize alamadığımız ülkelerden çöp yağıyor Zafer Partisi Çevre, Şehir ve Kültür Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mimar Esmaül Hüsna Aslan, plastik atık ithalatında zirveye yerleşen Türkiye’nin geleceğini bekleyen tehlikeleri açıkladı, korkutucu rakamları hatırlattı. Topraktaki kanserojen madde 400 bin kat arttı! 2004’ten bu yana plastik atık ithalatının 196 kat arttığını belirten Aslan, “Atık ithalatında son beş yıldır birinciyiz. Avrupa’nın ‘çöpçüsü’ olmakta ısrar ederken topraklarımıza ve havamıza kanseri işledik. Türkiye’de toprakta rapor edilen en yüksek toksit düzeye ulaştık. İthal plastik çöpler nedeniyle topraktaki kanserojen madde miktarı normalin 400 bin katına çıktı. Bu maddeler çocukların kemiklerinde birikiyor, gelişmeyi bozuyor. İktidarın atık sevdası vatandaşın ömrünü kısaltıyor” dedi. Yaşanamaz bir Türkiye'ye doğru Eurostat verilerine göre Türkiye, yalnızca Avrupa’dan 315 bin ton plastik atık ithal ederek birinci sırada yer aldı. İngiltere, Almanya ve Belçika başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinden gelen atıkların yanı sıra İsrail’den de 11 bin tondan fazla plastik atığın Türkiye’ye gönderildi. İthal edilen plastiklerin yüzde 40 ile yüzde 60’ı “atığın atığı” olarak topraklarımıza bırakılıyor ve bu plastiklerin geri dönüştürülme ya da başka bir şekilde değerlendirilme ihtimali yok diyen Aslan, “İthalatın bugün durması durumunda bile yüzlerce yıl topraklarımızdan silinemeyecek bir felaket ile karşı karşıyayız. Geri dönülmesi mümkün olmayan izler bırakan bu politikanın sorumluları cezasız kalmamalıdır” sözleri ile uyarıda bulundu ve çözüme çağırdı. Cinayete teşebbüs Plastik atık ithalatının derhal yasaklanması gerektiğinin altını çizen Esmaül Hüsna Aslan acil eylem planı hazırlanması çağrısında bulundu, şu ifadeleri kullandı: “Türkiye’de ithal edilen plastik atıkların yüzde 91’i dönüştürülemiyor. Yasadışı bir şekilde yakılıyor ya da doğaya terk ediliyor. Çevre politikaları adına gerçek bir eylem planı sivil toplum kuruluşları ve akademisyenlerin de katkılarıyla hazırlanmalıdır. Geri dönüşüm alanlarına indirilmeden doğrudan doğaya bırakılan atıkların yerleri tespit edilmeli ve temizlik kampanyaları düzenlenmelidir. Plastiklerin toprakta kaybolmasını beklemek ve kıyamete seyirci kalmak dolaylı olarak cinayete teşebbüs olarak adlandırılmalıdır. Küresel Plastik Anlaşması bir an önce imzalanmalıdır. Kimlikli, kimliksiz plastik atık ithalatının karşısındayız.
IONIQ 9
Hyundai’den Yenilikçi Bir Elektrikli SUV Mobilitesi: IONIQ 9 Hyundai Motor Company, son teknoloji tasarım ve yenilikçi elektrikli araç teknolojisini bir araya getiren, geniş iç mekana sahip, üç sıralı ve tamamen elektrikli SUV modeli olan IONIQ 9’u tanıttı. Dünya lansmanı Amerika, Los Angeles’teki ikonik Goldstein House’da gerçekleştirilirken aracın tasarım özellikleri de mekanın orta yüzyıl modern mimarisine önemli bir gönderme yapıyor. 2030 yılına kadar 23 yeni EV modelini tanıtmayı planlayan Hyundai, IONIQ modelleriyle tüm dikkatleri üzerine çekerken aynı zamanda EV dünyasında liderliği de hedefliyor. Sırasıyla 2022 ve 2023’te Dünya Yılın Otomobili Ödülleri’nde (WCOTY) üç kez birincilik kazanan Hyundai, IONIQ 5 ve IONIQ 6’nın ardından şimdi de IONIQ 9 ile bu başarıyı sürdürmek istiyor. Yedi kişilik elektrikli Hyundai, üstün genişlik, şık tasarım ve gelişmiş EV teknolojisini IONIQ 9’da bir araya getiriyor. IONIQ 9, döndürülebilir koltuklarıyla da yolcu deneyimini zirveye taşıyor. Universal Island 2.0 kokpitiyle etkileyici bir iç mekana sahip olan otomobilde 110,3 kWh bir pil var. IONIQ 9, yüksek kapasiteli bu piliyle birlikte 620 km’lik bir sürüş menzili vaat ediyor. Büyük SUV pazarında dikkat çekecek olan IONIQ 9, 2025’in ilk yarısında satışa sunulacak.
TATARİLER DÜNYANIN HER YERİNDE
Tatariler dünyanın her yerinde Türkiye'den Halep'e, oradan tekrar Türkiye'ye, sonra Mısır, Fas, Suudi Arabistan, Ürdün, Irak, Beyrut, İspanya, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, ABD ve Kanada'ya, yani dünyanın dört bir yanına yayılmış Tatariler. Ailenin İzmir kolu, tekstille duyurmuş adını. 1950 sonrası İzmir'de başlayan sanayi hareketi içinde ilk kurulan tekstil fabrikası olan Taç Sanayi, hem aile hem de kent tarihinde bir dönüm noktası olmuş. Yeni kuşak, biraz da sektördeki durgunluk nedeniyle farklı alanlarda faaliyet gösteriyor. Yine de Tatari denilince akıllara tekstil ve Taç Sanayi geliyor... Posta tatarından Tatari'ye... Tatari soyadı, Halep yollarında dokunmuş. 1768 yılında Osmanlı Sultanı III. Mustafa'nın özel kuryesi, yani "posta tatarı" olan Hacı Ahmet Cemalettin, dokuma mallarının kontrolü için Halep'e tayin ediliyor. "O zaman da bu iş at sırtında yapılıyor. Düşünün atla buradan Halep'e gidildiğini" diyor Hamit Tatari. Rivayetlere göre, emekli olduğu, diğer yandan da bir kıza tutulduğu için geri dönmeyen Hacı Ahmet Cemalettin, Halep'e yerleşip soyağacının bir kolunu orada büyütmeye başlıyor. O yıllarda Halep'in ipeği meşhur, dokuma sanayii oldukça güçlü. Yani kumaş işine girmek kaçınılmaz oluyor. 1900'lü yılların başında ise amca çocukları olan Hacı Mehmet Hüseyin, Hacı Ali ve yeğenleri Hacı Osman, baba mesleği olan kumaş işini İzmir'e taşıyor. Ne de olsa Ege pamuğu Halep'in ipeği kadar değerli... Aile, kente ilk geldiğinde Tilkilik ve Namazgah'a yerleşiyor. "Nüfus kağıdımızda, Altınordu Mahallesi yazar" diyor Kemal Tatari: "Daha sonra Köprü tarafına gelip, sahilde bahçeli bir eve yerleşmişler. Benim de çocukluğum o evde geçti. Tabii ev yıkılıp, apartman oldu. Hepimize de birer daire kaldı. Ben hâlâ orada oturuyorum." Ailenin bir kısmı İzmir'de tekstil sektörüne girerken, diğer kısmı İstanbul'da kuyumculuk işine soyunuyor. Hamit Tatari anlatıyor: "Hacı Ali'nin çocukları Kapalıçarşı'da kuyumculuk yapmaya başlıyor. Ailenin bir kolu orada şimdilerde bu işi sürdürüyor. Zaten o yıllarda farklı olan tek sektör buydu. Ailenin geri kalanı olduğu gibi tekstilciydi." İzmir'de ise manifaturacılık, ithalat, Sümerbank temsilciliği derken, iş büyüyor. 1928'de Mimar Kemalettin'de ilk mağaza açılıyor. Ne var ki, 1942'deki Varlık Vergisi, onları tekrar sıfır noktasına getiriyor. Ahmet Tatari, "Varlık Vergisi, gayrı Müslim ve gayri Türklere gelen bir vergiydi. Bizimkiler de Arap asıllı diye, 'Türk değil' damgası yiyerek, vergiye dahil edilmişler. O günkü parayla 700 bin. Hiç bir şey kalmıyor tabii. Her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalıyorlar" diyor.
TOPLUMA DOKUNMAK
Kurumsal liderlikte topluma dokunmanın gücü Eski yıla veda ederken, her zaman kendi filmimi geriye sarıp bazı sorulara yanıt vermeye çalışırım; Örneğin; o yıla başlarken hedeflerim nelerdi? Neleri gerçekleştirebildim? Neleri yapsam daha iyi olurdu? Edindiğim hangi tecrübeleri bu yıla taşıyacağım? Kendi kendime bir süre bu sorular üzerinde düşünmek, yeni yıla hazırlanmak için güzel bir kapı açıyor zihnimde… Bu yıl sorularıma yanıt ararken, memnuniyetsiz olduğum pek çok konunun içinde yaşadığımız koşullar nedeniyle, ne yazık ki, hala yerli yerinde durduğunu gördüm. Bunu fark ettiğimde her ne kadar biraz sıkılsam da bunların tamamen benim kontrolümde olan konular olmadığını bilmek, biraz olsun içimi rahatlattı diyebilirim. En iyi hissettireni de, geçtiğimiz yıl pek çok sivil toplum kuruluşuyla birlikte, projeler gerçekleştirdiğim veya onların etkinliklerine katkı sağladığım çalışmalar oldu. Özellikle gençler için, sosyal etki yaratan projelerde yer almak, hedeflerim içinde en önemli konular arasındaydı. Yeni yılda da toplumsal konularda daha etkin rol almak, hedeflerim arasında olacak. Aslında “Sosyal etki projeleri” günlük hayatımızda bazen gözden kaçan, ancak toplumun geleceğini kökten etkileyebilecek bir konu. Örneğin bu projeler; dezavantajlı bireylerin hayatını değiştirirken, aynı zamanda paydaş olan şirketlerin topluma olan katkısını göstermesi ve kurumsal itibarını pekiştirmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Yeni yılın ilk yazısında söz konusu projelerin neden bu kadar önemli olduğunu geniş bir perspektifle sizlere aktararak, bu yılki hedefime ilişkin ilk adımımı atmak istedim. İşbirliğinin gücü Sosyal etki projelerinin başarılı olabilmesi için sivil toplum kuruluşları (STK) ve firmalar arasındaki işbirliği hayati önem taşır. STK'lar, toplumsal ihtiyaçları derinlemesine anlayan ve sahada deneyime sahip kuruluşlar olarak, projelerin etkili şekilde tasarlanmasını ve uygulanmasını sağlar. Öte yandan, firmalar finansal kaynaklar, insan gücü ve lojistik destek sağlayarak projelerin sürdürülebilirliğini temin eder. Örneğin, KAHEV (Kadın Hekimler Eğitim Vakfı) ile işbirliği yapan şirketler, burs fonlarına katkıda bulunarak tıp eğitimi almak isteyen gençlere destek oluyor. Benzer şekilde, Anadolu Efes’in "Bir Sahne" projesinde sivil toplumdan uzmanlar, sahne alacak sanatçılar ve topluluklarla işbirliği yaparak projeye derinlik katıyor. Bu tür işbirlikleri, projelerin toplumda daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlıyor. Gençlere fırsat sunan projeler Türkiye’de gençlere yönelik birçok önemli proje hayata geçiriliyor. Bunlar arasında, Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın (TEGV) çocukların ve gençlerin eğitim hayatına yaptığı katkı dikkat çekiyor. Çocukların yaratıcılığını ve analitik düşünme becerilerini geliştiren programlarla gençlerin daha donanımlı bir geleceğe adım atması hedefleniyor. Şirketler, bu tür projelerde yer alarak hem toplumsal fayda sağlıyor hem de geleceğin potansiyel çalışanlarına yatırım yapmış oluyor. Örneğin İzmir Büyük Şehir Belediyesi Sosyal Projeler Daire Başkanlığı'nın gerçekleştirdiği pek çok proje ile gençler; kültürel, sosyal ve sportif faaliyetlerde daha aktif rol alarak, gelişimlerini sürdürme fırsatı buluyor. Bu projeler hem gençlerin özgüvenini artırıyor hem de topluma daha bilinçli bireyler kazandırıyor. Dezavantajlı gruplara destek Kadınların toplumsal hayatta daha fazla yer alabilmesi için kurulan KAHEV (Kadın Hekimler Eğitim Vakfı), hem toplumsal cinsiyet eşitliğini destekliyor hem de tıp eğitimi almak isteyen gençlere burs olanağı sağlıyor. KAHEV'in başarısı, kurumsal şirketlerin bu projeleri desteklemesiyle daha da artıyor. Kadın hekimlerin liderliğinde kurulan bu vakıf, bireylerin hayatında küçük ama etkisi büyük dokunuşlar yaparak bir fark yaratıyor. Engelli bireylere yönelik örneklerden biri ise Düşler Akademisi. Engelli ve sosyal dezavantajlı bireylerin eğitim, sanat ve spor alanında kendilerini geliştirebilecekleri bu proje, onların toplumsal hayata daha aktif katılmalarını sağlıyor. Sanat ve müzisyenlere katkı Müzik ve sanat, toplumların ruhunu yansıtan önemli alanlar. Bu alandaki sosyal etki projeleri de çok değerli. Örneğin, Anadolu Efes’in "Bir Sahne" projesi, genç sanatçılara sahne alma fırsatı sunuyor. Hem izleyicilere unutulmaz bir deneyim yaşatıyor, hem de sanatçıların kariyerine önemli bir destek sağlıyor. Bu tür projeler sayesinde sanatçılar daha geniş bir kitleye ulaşıyor ve sanatın yayılması sağlanıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın (İKSV) yürüttüğü "Çocuklar İçin Sanat" projesi, çocukların sanatsal bakış açılarını geliştirmeyi hedefliyor. Bu projeler, sanatın her yaştan bireyin hayatına dâhil edilmesini kolaylaştırıyor. Kurumsal sosyal sorumluluk projelerinin gücü Biraz da size “Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projelerinin” marka algısı, müşteri bağlılığı ve satın alma niyeti üzerinde çok olumlu etkileri olduğunu biliyoruz. Örneğin, İstanbul'da yapılan bir araştırmada, Kurumsal Sosyal Sorumluluk faaliyetlerinin satın alma niyeti üzerinde %43,3'lük etkisi tespit edilmiş. Ayrıca bu projelerin çalışan bağlılığını ve motivasyonunu artırma konusunda da önemli etkiye sahip olduğunu biliyoruz. (Geçen yıl Yanmar firması ile gerçekleştirdiğimiz “Hanasaka- Çocuklar Çiçek Açsın!” projesinde katılan kurum personellerinin geri bildirimleri de bu yöndeydi.) ABD merkezli Cone Communications tarafından yapılan bir araştırmaya göre de; tüketicilerin %87'si sosyal sorumluluk projelerine katılan markaları tercih ettiğini ifade etmiş. Ayrıca, Deloitte'un 2023 raporuna göre, genç çalışanların %65'i sosyal etki odaklı projelerde yer alan şirketlerde çalışmayı daha anlamlı buluyorlarmış. Kurumsal karar verici ve uygulayıcılar kimler Bu projeleri genellikle şirketlerin insan kaynakları, kurumsal iletişim ve sosyal sorumluluk birimleri gerçekleştiriyor. İnsan kaynakları birimleri, çalışan bağlılığını artırmak amacıyla projelere yön verebilirken, kurumsal iletişim ekipleri projelerin topluma duyurulmasında önemli bir rol oynuyor. Ayrıca, büyük şirketlerde genellikle "Sürdürülebilirlik Müdürü" veya "Sosyal Sorumluluk Yöneticisi" gibi pozisyonlar, bu projelerin koordinasyonunu üstlenebiliyor. STK'larla işbirliği yapma kararı da genellikle bu birimlerin liderliğinde alınıyor diyebiliriz. Örneğin, Sabancı Holding’in kurumsal sosyal sorumluluk birimi, toplumsal cinsiyet eşitliği ve eğitim projelerini planlayarak uygulamaya geçiriyor. Ayrıca, Borusan Holding’deki sürdürülebilirlik departmanı, çevresel sürdürülebilirlik projeleri ile toplum üzerinde olumlu bir etki yaratıyor. 2024’te dünyada etki yaratan projeler nelerdi? LEGO: Dünya genelinde çocukların eğitime erişimini artırmak amacıyla "Build the Change" adlı bir program başlattı. 2024 yılında dezavantajlı bölgelerdeki okullara eğitim setleri ve kaynaklar sağlayarak çocukların yaratıcılığını destekledi. Ben & Jerry’s: Sosyal adalet ve eşitlik konularında aktif kampanyalar yürüten dondurma markası, 2024'te ırk eşitliği ve iklim adaleti konularında farkındalık yaratmak için çeşitli projeler başlattı. Google.org: Teknoloji devinin sosyal sorumluluk birimi, 2024 yılında dijital okuryazarlığı artırmak için küresel ölçekte bir eğitim programı başlattı. Özellikle kadınların ve dezavantajlı bireylerin teknolojiye erişimini artırmayı hedefliyor. El Sistema (Venezuela): Dezavantajlı çocuklara yönelik ücretsiz müzik eğitimi sağlayan El Sistema, binlerce çocuğa ulaşarak onların hayatını değiştirmeye devam ediyor. Müzik aracılığıyla toplumsal entegrasyonu ve özgüveni artıran bu program, birçok ülkede benzer projelere ilham verdi. Playing for Change (Küresel): Dünyanın farklı bölgelerinden müzisyenleri bir araya getirerek kültürler arası bağları güçlendiren Playing for Change, 2024 yılında müzik eğitimine odaklanan yeni projelerle adından söz ettirdi. Özellikle Afrika ve Güney Amerika’da genç müzisyenlere enstrüman desteği sağlayarak sanatı erişilebilir kılıyor. Carnegie Hall’s Musical Connections (ABD): Hapishaneler, hastaneler ve barınaklarda müzik atölyeleri düzenleyen bu proje, müziği dezavantajlı bireyler için bir iyileşme aracı olarak kullanıyor. 2024 yılında, proje kapsamındaki topluluk konserleri ve bireysel müzik terapileri büyük yankı uyandırdı. Geleceğe bırakılan en güzel miras Sonuç olarak, sosyal etki projeleri sadece toplumu değil, projeleri destekleyen kurumları da ileriye taşıyor. Daha fazla şirketin bu projelere katılması, hem topluma fayda sağlayacak hem de iş dünyasının daha etik ve çevreci bir yapıya kavuşmasını sağlayacak. Bugün bir şirkette karar verici pozisyonda bulunuyorsanız, siz de topluma dokunacak projelere öncülük edin. Unutmayın, geleceğe bırakılan en güzel miras, topluma yaptığınız katkıdır. Sevgiyle Kalın.
GELECEĞİN TARIMI
Geleceğin tarımı: Teknoloji ile kırsal kalkınmaya açılan yeni bir kapı Tarım, insanlığın geçmişten bugüne taşıdığı en değerli miraslardan biri. Ancak bu kadim meslek, hızla değişen dünyamızda teknolojinin ve yeniliklerin ışığında yeniden şekilleniyor. Geleneksel yöntemlerin modern inovasyonlarla harmanlandığı bu yeni çağ, tarıma sadece ekonomik bir faaliyet olarak değil, sürdürülebilir bir kalkınma modeli olarak bakmamızı sağlıyor. Ege’nin bereketli topraklarında 2019 yılında başlayan bir girişim, bu dönüşümün Türkiye’deki en parlak örneklerinden biri oldu. Şükrü Cem Akçay ve Emre Aksoy’un liderliğinde hayata geçirilen proje, kullanılmayan bir araziyi akıllı tarım teknolojileriyle yeniden hayata döndürerek tarımın gücünü bir kez daha gözler önüne serdi. Bu hikâye, yalnızca Ege’nin değil, tüm Türkiye’nin tarımsal geleceği için bir umut ışığı... “Geleneksel bilgiyle modern teknolojiyi bir araya getirerek, doğaya saygılı ve sürdürülebilir bir üretim modeli yaratmak mümkün mü?” sorusunun cevabını veren proje, kırsal kalkınmayı yeniden tanımlarken, geleceğin tarımına dair ilham veriyor. Bir hayalden gerçeğe Proje, Şükrü Cem Akçay ve Emre Aksoy’un Ege’nin tarım potansiyelini keşfetmek ve yenilikçi bir model oluşturmak üzere bir araya gelmesiyle başladı. İlk etapta Urla’nın Yağcılar Köyü’nde satın alınan, uzun yıllardır kullanılmayan 58 dönümlük bir arazi, birçok zorluğun üstesinden gelinerek tarımsal yeniliklerin merkezi haline geldi. Şükrü Cem Akçay, arazinin ilk görünüşte cazip olmadığını, ancak sahada yapılan detaylı analizlerin büyük bir potansiyeli ortaya çıkardığını ifade ediyor; "Uydu görüntülerine göre çok da cazip, tarım yapılabilecek bir arazi gibi durmayan bu toprakların büyük bir potansiyel taşıdığını gördük" diyen Akçay, bu keşfin projenin yönünü belirlediğini belirtiyor. Yerel ve akademik işbirliği ile güçlenen model Başlangıçta Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile işbirliği yapılarak toprak analizleri ve planlamalar gerçekleştirildi. Prof. Dr. Yusuf Kurucu liderliğinde yürütülen bu çalışmalar sonucunda, araziye en uygun bitkiler belirlendi. Geleneksel bilgi ve modern akademik yaklaşımlar bir araya getirilerek lavanta (Sevtapolis) ve şaraplık üzüm (Cabernet Sauvignon, Shiraz ve Merlot) üretimine odaklanıldı. Bu süreçte, arazinin geçmişte üzüm bağlarıyla dolu olduğunun tespit edilmesi, projenin yönünü şekillendiren en önemli etkenlerden biri oldu. Üzüm üretimi yanında tıbbi ve aromatik bitkilerle çeşitlendirme yapılması, bölgenin tarımsal kapasitesini artırmayı hedefledi. İnovasyonla güçlenen dijital tarım Projenin en dikkat çeken yönlerinden biri, dijital tarım uygulamaları oldu. SmartMole’s teknolojileri, su ve gübre kullanımında yüzde 75-80 oranında tasarruf sağladı. Bu teknoloji sayesinde toprak nemi, sıcaklık ve mineral dengesi sensörlerle ölçülerek, tarımsal faaliyetler bulut tabanlı bir platformda yönetildi. Yuluğ Mühendislik Genel Müdürü A. Ömer Yuluğ, bu sistemlerin tamamen yapay zekâ destekli bir döngüyle çalıştığını belirtiyor. Tarımsal verimlilik artırılırken, çevresel etkiler en aza indiriliyor. Bu da projeyi sadece ekonomik bir girişim değil, aynı zamanda çevreye duyarlı bir örnek haline getiriyor. Zorluklara karşı dayanıklılık 2024 yılının yaz aylarında bölgede çıkan yangın, projeyi ciddi şekilde tehdit etti. Ancak Şükrü Cem Akçay, yangın kültürünün köylerde yeniden canlanması gerektiğini ifade ederek, proaktif önlemler alınmasının önemine dikkat çekti. Zeytin ağaçlarının doğal bir yangın bariyeri olarak kullanılması gibi yenilikçi fikirler, tarımsal projelerin afetlere dayanıklı olmasında kritik bir rol oynuyor. Yağcılar Köyü Muhtarı Mehmet Çetin Balkan ise betonlaşmanın önüne geçilmesi gerektiğini belirterek, bu tarz projelerin kırsal kalkınmaya olan katkısına dikkat çekiyor. "Tarım, köylerimizin geleceği için vazgeçilmez bir unsurdur" diyen Balkan, bu girişimi tam desteklediklerini ifade ediyor. Üretim, finansman modelleri Projenin finansal sürdürülebilirliği için yenilenebilir enerji ve akıllı sulama sistemleri entegre edildi. Ziraat Bankası ile yapılan işbirliği, tarım sektöründe inovasyonu teşvik eden önemli bir adım oldu. Şirket, hem tarımsal üretimi artırmayı hem de çevresel etkiyi azaltmayı hedefleyen bir model geliştirdi. Gelecek hedefleri 2025 yılına kadar şaraplık üzüm üretimini artırarak bölgedeki tarımsal üretimi yeniden canlandırmayı hedefleyen proje, kırsal ve kentsel alanlar arasındaki farkı azaltmayı amaçlıyor. Ayrıca yerel yönetimler ve büyük firmalarla işbirlikleri kurularak, tarımsal üretim ve kırsal kalkınma projelerine yön veriliyor. Türkiye için örnek bir başarı hikâyesi Bu girişim, Ege’nin bereketli topraklarında modern tarımın nasıl uygulanabileceğini gösteriyor. Şükrü Cem Akçay ve Emre Aksoy’un liderliğinde yürütülen bu proje, geleneksel yöntemlerin modern teknolojilerle harmanlanarak sürdürülebilir bir modele dönüştürülebileceğini kanıtlıyor. Hem bölge halkı hem de tarım sektörü çalışanları için ilham kaynağı olan bu hikâye, Türkiye’nin dört bir yanında uygulanabilecek bir model sunuyor. Girişimin başarısı, tarımın sadece bir geçim kaynağı değil, aynı zamanda çevre ve toplum için kritik bir unsur olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
SİDE ANTİK KENTİ
Side Antik Kenti Ege Bölgesi'nden 1990 yılında koparak, kış operasyonları için Antalya’ya gitmiştim. Her hafta gezdirdiğimiz Alman turist gruplarımız olurdu. Bu turlarımızda bir kaç haftada bir, Side otellerinde o misafirlerimizle birlikte konaklardık. Kış turlarımız bitince, Öger Tur adına yaz turizmi için Antalya’da kalmaya karar verdim. Side bölgesi Öger Tur ekibinde yer alınca, Manavgat’a yerleşmiştim. Boş günlerimde Side’ye zaman zaman uğrar çay keyfi yapardım. Bugün geçmişte olduğu gibi berrak denizi ve kumsalıyla çok turist çeken Side, o yıllarda ne yazık ki her kapanın elinde kalmıştı. Yani plansız, programsız her tarafta inşa edilmiş derme çatma pansiyonlar, her boşluğa kondurulmuş dükkanlar, kafeler ve diskolar vardı. Hele bir disko vardı ki tam limanın bir ucunu kaplamıştı. O işletmenin karanlık adamlara ait olduğu söylenirdi. Side 2015 yılına kadar 1. derece sit alanı olarak ilan edilmişti. Bir plan dahilinde kentsel dönüşümün önünün açılabilmesi için Bakanlıkça aynı yıl 3. derece sit alanına çevrilmiş. Bu değişimle birlikte Belediye ve Bakanlık ortak çalışmalarla epey yol almışlar, ne kadar kaçak ucube yapı varsa hepsini yıkmışlar. Aynı yıl kazı çalışmalarına başlanmış. Bu sağlıklaştırma kazıları uzun sürse de, sonucunda mesafe kaydedilmiş hatta en eski dönem kalıntılarına bile ulaşılmış. Luvilerin burada olduğuna dair yazıtlar bile bulunmuş. Tarihi evler mülk sahipleri tarafından yenilenmiş ve müthiş bir Side ortaya çıkmış. Bana göre çok büyük bir başarı çalışma olmuş. Geçen yıl Side’yi ziyaret ettiğimde, beklemediğim müthiş bir Side kentiyle karşılaştım. Kent içine artık otomobil ile girilmiyor. İsteyenler, elektrikli golf arabalarıyla ücret karşılığı limana kadar gidebiliyorlar. Kentin bütününü düşünürsek, o muhteşem çeşmenin ortaya çıkarılması ayrı bir değer olmuş. Sütunlu caddenin yürüyüşe açılmış olması, kente ayrı bir güzellik katmış. Yenilenmiş o eski evlerin yüzleri dolaşırken sizlere gülüyor. Kafeler estetik bir düzen içinde yerlerini almış. Sokaklarında, çarşısında dolaşmaktan zevk alıyorsunuz. Ve o caddelerin, evlerin, yapıların fotoğraflarını çekmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Bugünkü haliyle Side, sizlere keyifli bir gün geçirmenizi sağlıyor. İlk olarak bu projede her türlü engele dik duruş gösterdiği için 3 dönemdir görev yapan Belediye Başkanını, tebrik etmek gerekiyor. Çünkü oradaki işletmelerin pek çoğu rahatları bozuldu mu bozuk atan dişli insanlar. Onlara karşı mücadele etmek için mangal kadar yürek ister. Hele hele bir siyasetçinin bunu başarması daha da zordur. İkinci olarak, aynı paralelde dirayetle çalışan Turizm Bakanlığımızı da kutlamak gerekiyor. Gelelim Side Antik Kentinin geçmişine... Şehrin Girit’ten gelen göçmenlerce MÖ 7 yüzyılda kurulduğu söyleniyor. Günümüze kadar çok değişik devletlerin egemenliğine girmiş. 6. yüzyılda Persler, 4. yüzyılda Suriyeliler hüküm sürmüş ve 2. yüzyılda Bergama Krallığı şehre egemen olmuş. Helenler, bakmışlar ki bu kentte yaşayan halk hiç anlamadıkları bir dil kullanıyorlar, kendileri gibi konuşmayan bu insanlara “barbar" adı takmışlar. Yani bu günkü anlamda bu ismi onlara vermemişler. Aksine dilleri anlaşılmadığı için vermişler. MÖ 2 yüzyıla kadar burada Luvi dilinin de kullanıldığı ifade ediliyor. Phaselis’ten Alanya’ya kadar bütün kentleri içine alan Pamfilya Bölgesi, Yunancada, “tüm halkların ülkesi” anlamını taşıyor. Nar anlamına gelen adını Luvilerin verdiği Side, geçmişte Akdeniz’in en büyük liman kentlerinden biriymiş. Şehrin Ana Tanrıçası Athena, Apollon da manevi babası olarak kabul edilmiş. Sideliler, Apollon’u onurlandırmak adına, kentin en uç kısmında muhteşem bir tapınak yapmışlar. Hatta arkeologlarımız, bu kentte Athena, Demeter ve Zeus için de tapınak yapıldığını dillendirmekteler. 1947 yılında de Ord. Prof. Arif Müfit Mansel ile başlayan kazı çalışmaları, bugün yılın 12 ayına yayılmış ve çok özel şekilde devam ediyor. Side tiyatrosu ve çeşmesi kalıntıları ortaya çıkarılmış. Geçmişte bu muhteşem çeşmeyi ve ana caddeyi göremiyorduk. Şehrin giriş kapısının sağında bulunan yapı arkeoloji müzesi olarak düzenlenmiş. Antik dönemde Roma hamamı olarak kullanılan bu yapının sıcaklık bölümü restore edilerek bugünkü işlevine çevrilmiş. Hamamın müzeye çevrilme işi, mühendis Ragıp ve eşi Selma Devrez tarafından yapılmış ve 1962 yılında açılmış. Arkeologların tespitine göre, şehirde 4 hamam bulunuyor. Tiyatro Antik dönemlerde tiyatrolar genellikle yamaçlara inşa ediliyordu. Ancak MS 2. yüzyılda inşa edilen Side tiyatrosunda tüm oturma alanları kemerlerle, beşik tonozlarla yükseltilmiş sanatsal bir platform üzerine inşa edilmiş. 15 bin oturma kapasitesine sahip tiyatronun sahne binası Diyonysos frizleriyle süslenmiş. Kazılarda bulunan bu değerli frizler günümüzde müzede sergileniyor. 1812'de İngiliz hükümeti, kraliyet donanmasına ait bir Frederikssteen adlı gemiyle Amiral F. Baufort’u Ege Akdeniz kıyı haritalarını çizmek için yolluyor. Bu amaçla geliniyor ama tüm Ege ve Akdeniz kıyısındaki tüm antik kentleri geziliyor, incelemelerde bulunuyor ve çizimler yapılıp haritalarla birlikte kraliyete sunuyor. İngiliz Amiral, Side antik kentine de uğruyor ve incelemeleri sonucunda tiyatroyu, şehrin giriş kapısını ve Tike Tapınağını detaylı bir şekilde notlarına ekliyor. Daha da ileri giderek eğer buralarda kazılar yapılırsa, çok değerli eserlere ulaşılacağını ifade ediyor. Avrupa'da bu açıklamalar sonrası pek çok tarihçi bölgeye üşüşüyor. İşte bu Amiral’in bilgileri ışığında Knidos ve Bodrum antik kentleri kazılarak tümüyle birlikte İngiltere’ye götürülüyor. Arkeolojik kazılar, 1974 yılında kazı başkanı Prof. Mansel’in ölümüyle, rahmetli Jale İnan hocamız kazı işini ele alıyor. Uzun yıllardan beri süren kazı çalışmalarını bugün Prof. Dr. Feriştah Alanyalı yürütmekte... Sayın hocamızın bir konuşmasında enteresan bir bilgiye ulaştım. Her antik kentte bir tane olan “İhtiyarlar Meclisi” Side’nin her mahallesinde bulunuyormuş. Hatta buradaki meclislerinin üst meclisi de varmış. Ve onun kendine ait Agora’da apayrı bir binası bulunmaktaymış. George Bean gibi Arif Mansel hocamız da şehirde ki büyük bir yangından sonra 10. yüzyılda halkın kenti terk edip Antalya’ya göç ettiğini söylemekte... MÖ 7. yüzyılda Giritli göçmenler tarafından kurulduğu bilinen bu kentten kimler gelip geçmemiş ki: Önce Lidyalılar, Persler, ardından büyük İskender’le birlikte gelen Helenler. Sonrası mı? Ta Bergama’dan kalkıp buralara gelen Bergamalılar, bu kenti sahiplenmişler. Refah günlerinden sonra korsanların istilasına uğrayan kent, her türlü kanunsuzluğun mekanı olmuş ve keyifsiz günler geçirmiş. Hatta bölgenin en büyük esir pazarı burada kurulmuş. Daha sonra Romalı General Pompeius, Akdeniz’i temizlediği gibi bu kenti de korsanlardan temizleyip huzura kavuşturmuş. Kent, MS 2. ve 3. yüzyılda en parlak devrini yaşar ve bölgenin önemli ticaret merkezi hüviyetine ulaşır. Yani Roma döneminde özellikle ticaret, sanat ve kültürel açıdan gelişen Side'de bu süreçte büyük ve muhteşem tapınaklar tiyatrolar, hamamlar inşa eedilmiş. İşte onlardan birisi Roma Çeşmesidir. O muhteşem çeşme Hemen şehrin girişinde 50 metre uzunluğunda bulunan Side Roma Çeşmesi, “Pamfilya bölgesinin en büyük çeşmesidir” diyebiliriz. Üç katlı olması nedeniyle halk onu "9 Çeşme” olarak anmış. Öndeki 3 nişten havuza her zaman gürül gürül su akmaktaymış. Çeşme mitolojik tanrı ve tanrıçalara ait heykellerle süslenmiş. Çalışmalar sonucu bulunan bu eserlerden çoğu Side Müzesi'nde sergileniyor. Bugünlerde harıl harıl çalışan arkeologlarımız çeşmenin bütün sütunlarını dikerek tamamlamaya çalışıyorlar. Kazı başkanı Profesör Alanyalı’nın son günlerinde basına verdiği demeçlerden öğrendiğimize göre çeşmeden ilerde sularının akıtılabileceğini ifade etmesi sevindirici. Buradaki çeşme, işlevinden çok kentin şatafatını, anıtsallığını temsil ediyor. Aslında Perge’de de böyle büyük bir çeşme var ama Side daha büyüğünü inşa etmiş. Sizler, buna rekabet mi kıskançlık mı ne dersiniz bilemem ama bazen kıskançlıklar, böyle muhteşem eserlerin doğmasına da sebep oluyor. Antik dönemde suyunu Manavgat’ın içinden akan Melas ırmağından almış ve su kemerleriyle şehre taşınmış. Side halkı, kentlerinin deniz ticaret merkezi olması itibariyle, bahar aylarında başlayan deniz ticaretini bir bayramla kutluyorlarmış. Bu kutlamalarda Ana tanrıça olarak da Athena ön plandaymış. Tören, bu devasa çeşme önünde başlar, insanlar gruplar halinde danslar ederek ve şarkılar söyleyerek limana yürürlermiş. Apollon tapınağına ulaşınca da halk, ilahilerle coşarmış. Tören görevlileri olarak, şehrin ileri gelenleri ve Roma neokorları öncelikliymiş. Kentin merkezinde kare planlı bir Ticaret Agorası bulunuyor. Hemen onun orta yerinde bereketin, şansın tanrıçasına adanmış güzel bir sütunlu tapınak var. Eser iki metre yükseklikte bir podyumun üzerine inşa edilmiş. Bu tanrıça ise Tike imiş. Kendisi şansın ve bereketin sembolünü ifade eden sevilen bir tanrıçadır. Bu kült fikri Seleukoslar, zamanında Side’ye getirildiği söyleniyor. Onunla ilgili en muhteşem heykel, Düzce’de bulunup İstanbul müzesinde sergilenmektedir. İstanbul müzesinde gördüğüm o muhteşem Tike heykelini, yazıp yayınlamıştım. Çünkü dünyada görebileceğiz nadir eserlerden biridir. Müzenin hemen yanı başında bulunan şehir giriş kapısında çeşmeye dönüştürülmüş Roma İmparatoru Vespasianius’a adanan bir anıt monte edilmiş. Söylendiğine göre, başka yerde bulunan bu anıt sonradan kapının yanına getirilip çeşmeye çevrilmiş. Apollon Tapınağı Side'de akla gelen ilk eserlerden birisi de Apollon Tapınağı. Kentin denizle buluştuğu en uç noktasında inşa edilen bu görkemli tapınak önünde gün batımında fotoğraf çektirmek bir ayrıcalık. Müziğin, güneşin patronu sayılan bu tapınak Apollon’a ithaf edilmiş. İyi de yapmışlar. Onu görmeden kimse şehri terk etmiyor. Side, yıllardır berrak sularıyla, harika plajlarıyla Manavgat ilçemizin en önemli turizm merkezi. Şelalesiyle ünlü Manavgat, size antik ismi Melas olan Manavgat nehrinde saatler süren bir tekne gezisi yapma olanağı da sunuyor. Ne keyifli turlarımız olmuş halen selamlaştığımız kaptanlarımız var. Onların o günlerde gruplarımız için yaptıkları hizmetleri unutamam. Güzel kumsalların olduğu bu bölgede en kaliteli otellerde konaklama yapılabilir. Bu bilgilere ek olarak vermek istiyorum, Side antik kentin büyüklüğü yani kapladığı alan 800x350 metre büyüklüğündedir. Kısacası Side, sizlere antik kenti, kumsalı, deniziyle unutulmayacak bir tatil sunacaktır. Gidip görmenizi tavsiye ederim.
İKLİM FALI
2025’in iklim falı fena görünüyor Yeni yılın ilk yazısına kötü haberle başlamak istemiyorum ama 2025 yılı, iklim açısından kötü bir mirasla başladı. 2024’te yaşanan sıcaklık artışı ve La Nina’nın etkisinin henüz belirginleşmemesi, gelecekteki iklim durumu hakkında endişeleri artırmış durumda. Bilimsel belirsizlikler ve süregeldikçe kötüleşen iklim koşulları, 2025’in daha da zorlayıcı bir yıl olabileceği beklentisini doğuruyor. Bu durum, iklim değişikliğiyle mücadelede daha acil ve etkili önlemler alınması gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Ama “bizde para yok” diyen devletlerle bu iş nasıl olacak bilen yok! İklim değişikliği, 2025 ve sonrasındaki yıllar için de ciddi bir tehdit oluşturuyor. 2024, birçok açıdan iklim bilimi için önemli bir dönüm noktasıydı, çünkü hem El Nino'nun etkileri devam etti hem de La Nina'nın beklenen serinletici etkileri geç başlamış oldu. Bu durum, iklim modellerinin tahmin yeteneğini sorgulamamıza neden oluyor. İklim bilimcilerinin öngörüleri, artık daha da karmaşık hale gelmiş gibi görünüyor ve bu da insanları daha fazla belirsizlikle karşı karşıya bırakıyor. İklim değişikliğinin etkilerinin görüldüğü bu dönemde, aşırı hava olayları, sıcak hava dalgaları, kuraklıklar ve deniz seviyesi yükselmeleri gibi olaylar artmaya devam ediyor. 2024’te, 2023’e göre daha sıcak bir yıl yaşanması, daha önce beklenen La Nina’nın bile bu sıcaklık dalgasını dengelememesi, doğanın dengesinin ne kadar bozulduğunu gösteriyor. Bir başka endişe verici nokta ise, iklim değişikliğinin sadece doğa üzerindeki etkilerle sınırlı kalmaması. Tarım, su kaynakları, insan sağlığı ve ekonomi gibi pek çok alanda da olumsuz etkiler gözlemlenmeye başladı. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yoksulluk ve açlık gibi sorunlar daha da derinleşiyor. Bu durum, küresel anlamda işbirliği ve dayanışma gerekliliğini vurguluyor. Bunların yanı sıra, 2024’teki bu sıcaklık artışının, 2025’teki iklim hareketleriyle birlikte gelecekteki felaketlerin habercisi olabileceği kaygısı da var. Bu sebeple, bilim insanları, politika yapıcılar ve toplumlar olarak bu konuda acilen adımlar atmamız gerektiği bir döneme girdik. Sıcaklık artışını sınırlamak, karbon emisyonlarını düşürmek ve iklim adaptasyon stratejileri geliştirmek, sadece doğayı değil, tüm insanlığı koruma adına kritik öneme sahip. Bilim insanları da şaşkın Bilim insanları da şaşkın durumda. 2023 yılı sona ererken, “2024 çok daha sıcak olmayacak, büyük ihtimalle” demişlerdi. Çünkü onlara göre 2023, bir El Nino yılıydı, bu yüzden “son 125 bin yılda en sıcak yılımızı yaşadık” diye bir çıkarım yapmışlardı. 2024'ün ilk aylarında La Nina’nın geleceği bekleniyordu. Bu beklentiyle, 2024’ün daha serin olacağı düşüncesi ortaya çıkmıştı. Şu yazıyı yazdığım 28 Aralık günü henüz ciddi bir La Nina başlamış değildi. La Nina, Pasifik Okyanusu'ndaki yüzey suyu sıcaklıklarının normalin altında olduğu bir iklim olayı. El Nino'nun tersi ve küresel iklim üzerinde önemli etkiler yaratması beklenir. Genellikle Pasifik'in tropikal bölgelerinde meydana gelir ve okyanus yüzeyi suları soğur. La Nina, atmosferdeki hava akımlarını değiştirir, bu da dünya genelinde hava koşullarında farklılıklar yaratırdı eskiden. Galiba çok eskiden diyeceğiz. Ancak, “en azından El Nino bitti, biraz daha serinlemiş olmamız gerekmez mi?” derseniz, haklısınız. 2024’ün, 2023’e göre daha serin olması gerekirdi, fakat 2024, 2023’ten bile daha sıcak geçti. Bilim insanları da bunun nedenini tam olarak bilmiyor ve bu belirsizlik, gelecek için pek de olumlu bir işaret değil. Eğer 2024 yılı beklenmedik bir şekilde serinlemiş olsaydı, “Bilmiyoruz ama en azından bize fayda sağlayacak bir durum” düşüncesiyle bu durumu kabullenebilirdik. Ancak, olaylar tahminimizden daha hızlı bir şekilde kötüleşiyor ve neden olduğunu hâlâ tam olarak anlayabilmiş değiliz. Küresel ısınmayı ilk tahmin eden kişi kimdi? Nobel Ödüllü Svante Arrhenius 128 yıl önce!. İklim bilimcileri, iklimin hangi yönde değişeceğini tahmin edebiliyor olsalar da, kesin olarak bildiğimiz bilgi, Svante Arrhenius’un 128 yıl önce ortaya koyduğu sonuçların ötesine geçebilmiş değil. Arrhenius, “Atmosferdeki karbondioksit oranı iki katına çıkarsa, dünya yaklaşık 5 derece ısınır” demişti ve biz hâlâ aynı sonucu dile getiriyoruz. Fark, şu an yeryüzündeki ortalama sıcaklık dışında, yüksek çözünürlükle hangi bölgelerde daha fazla ısınma olacağını ve hangi alanlarda yağışların azalacağını tahmin edebiliyor olmamız.
İZMİR KADINLAR KONGRESİ 102 YAŞINDA
2 Şubat 1923 İzmir Kadınlar Kongresi 102 yaşında Millî Mücadele yoksulların zaferiyle sonuçlanmış ve ikinci aşamaya geçilmiştir. Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine erişmekten alıkoyan bütün engelleri ortadan kaldıracak olan devrimler birbirini izleyecektir. Çok önemli ve çok kritik ve aynı zamanda pek de nazik olan bu dönem için gerekli ortamı hazırlamak, memleket çapında toplum katmanlarını aydınlatmak, bilgilendirmek ve genel eğilimlerin nabzını tutarak bir strateji saptamak ve giderek derinleşecek olan siyasi mücadelelerde kendisine olan desteği tahkim etmek ve örgütlemek ihtiyacı duyan Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa 14 Ocak 1923’te Ankara’dan otuz yedi gün sürecek bir seyahat için yola çıkar. Yolculuk boyunca yapılan toplantılarda Gazi Paşa’nın mesajları pek mühimdir. Seyahatte esas olarak; iktisadi hayat ve İzmir’de toplanacak olan Türkiye İktisat Kongresi konuları; Lozan görüşmelerindeki gelişmeler ve o gelişmelere Ankara’nın yanıtları ve kurulacak olan Halk Fırkası’ na dair hususlar tartışılmıştır. Böyle bir özetteki hususlar, Gazi Paşa’nın anlattıklarının 17 Şubat 1923 günü İzmir’deki Türkiye İktisat Kongresi’nin açarken yapacağı uzun konuşmanın da ipuçlarıdır. Türklerin tamamen bağımsız ve modern bir ulus devlet olma iddiaları, Lozan’da eşit muamele görme talebi ve Gazi Paşa’nın 1923 başındaki batı Anadolu seyahati esnasında Türkiye’yi modernleştirmek için radikal tedbirler alma vaatleri arasındaki paralellik söz konusudur. Seyahatin on dördüncü gününde İzmir’e varılır. İzmir, 28 Ocak 1923 “Üçüncü defa buraya girdiğim zaman ki hissiyat evvelki hissiyat ile gayri kabili mukayese bir halde ve mahiyette idi. İzmir’i arkadaşlarımla beraber şarktan gelen yol üzerinde, Belkahve ve sırtlarından seyrettiğim zaman İzmir’in güzel limanı itilaf devletlerinin harp gemilerile dolu, sokakları henüz düşman ayaklarile çiğneniyor, top, mitralyöz ve tüfek sedalari için tınlıyordur. Birgün sonra idi ki, bizzat içeriye girdik. Hâlâ şehrin cenup tarafında toplar patlıyor ve zavallı insanlar buranın iyi insanları düşmanın mutazarrırı bulunuyordu.” “Geçen ve tarihe kavuşan tarzı idarenin son zamandaki ismi ve şekli, meşrutiyet idaresi idi. Veya ‘saltanat’ idi ve daha evvelki ismi de mutlakıyet idi. Yalnız beş altı yüz sene değil bütün Türk tarihini karıştırdığınızda her zaman memleketi harabiye sevk eden ve milleti hiçbir zaman kendi saadeti ile iştigale müsaade etmeyen serseri bir idare idi ve o idare tesis ettiği devletleri tarihe tevdi etmek mecburiyet ve mahkumiyetinde kalmıştır. Halbuki bugünki tarzı idare ki milletin hâkimiyetini bilâkaydüşart kendi uhdesinde bulunduruyor. Milletin mukadderatını şunun bunun elinde değil, kendi elinde tutuyor”. İzmir halkı ile altı saat süren hasbihal ya da Kadınlar Kongresi İzmir 3 Şubat 1923. AA. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri dün (2 Şubat) saat iki buçukta İktisat Kongresi için ihzar edilmekte (hazırlanmakta) olan eski Gümrük binasında halk ile hasbihalde bulunmuşlardır. Konferans salonuna dolduran kadın – erkek samiin (dinleyicinin) miktarı beş – altı bini mütecavizdi. Her şey kadının eseridir “Kudreti fatıra, insanlar iki cins olarak yaratmıştır. Bunlar yekdiğerlerinin lâzım ve melzumudur (lüzumlu olanıdır) Hazreti Adem’le Hazreti Havva’nın nasıl yaratıldığına dair nazariyat mütehaliftir (birbirine uymaz) bunlardan bahsetmeyeceğim. Ondan sonraki devirlerden ibtihar (başlayacağım) edeceğim. Şuna kani olmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir. Nitekim hepimiz pâdişahlar hakkında mevhum telakkiler besliyorduk, bunlar validelerimizin verdiği sakim telkinatın neticesi idi. Bir heyeti içtimaiyye, cinsinden yalnız birinin asri icapları iktisap etmesiyle iktifa ederse, o heyeti içtimaiyye yarıdan fazla zaaf içinde kalır. Bir millet terakki ve temeddün etmek (medenileştirmek) isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kablu etmek mecburiyetindedir. Bizim heyeti içtimaiyyemizin ademi muvaffakiyetinin (başarısızlığının) sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz tekasül (ilgisizlik) ve kusurdan neşet etmektedir. İnsanlar dünyaya mukadder oldukları kadar yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Binaenaleyh bir heyeti içtimaiyyenin bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uzuv atalette olursa o heyeti içtimaiyye meflûçtur. (Felç olmuştur)" Yukarıdaki görselden öyle anlaşılıyor ki, Gazi Paşa onuruna 2 Şubat 1923 akşamı bir ziyafet verilmiş. Bu ziyafete Paşa, Latife Hanım ile birlikte katılmıştır. "Bir heyeti içtimaiyyenin hayatta çalışması ve muvaffak olması için çalışmanın ve muvaffak olabilmenin mütevaffak olması için çalışmanın ve muvaffak olabilmenin mütevakkıf (bağlı) olduğu bütün esbab ve şeraiti tekabül etmesi icap eder. Binaenaleyh bizim heyeti içtimaiyyemiz için ilim ve fen lazım ise bunları aynı derecedehem erkek ve hem de kadınlarımızın iktisap etmeleri lâzımdır. Malumduu ki, her safhada olduğu gibi hayatı içtimaiyyede dahi taksimi vezaif ( görev bölüşümü) vardır. Bu umumi taksimi vezaif arasında kadınlar kendilerine vazifeleri yapacakları gibi aynı zamanda heyeti içtimaiyyenin refahı, saadeti için elzem olan mesaii umumiyeye dahil olacaklardır. Kadının vezaifi beytiyesi en ufak ve ehemmiyetsiz vazifesidir.” Kadının en büyük vazifesi “Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse vazifenin ehemmiyeti lâyikiyle anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Bugünün levazımından biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Binaenaleyh kadınlarımız da âlim ve mütefennin (fen bilgini) olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar hayatı içtimaiyede erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin muin (yardımcısı) ve müzahir olacaklardır” “Efendiler, affedersiniz bir noktayı izah için bir ân tevakkuf edeceğim (duraklıyacağım). Efendiler, dediğim zaman hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Mucibi suhulet ve hanımlarla efendileri tam birliğini ifade etmek için bu hitap tarzını münasip gördüm”. “Düşmanlarımız bizi dinin tesiri altında kalmış olmakla itham ve tevakkuf (duraklama) ve inhitatımızı (çöküşümüzü)buna atfediyorlar. Bu hatadır. Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allahın emrettiği şey, müslim ve müslimenin beraber olarak iktisabı ilmü irfan eylemesidir. Kadın ve erkek bu ilmü irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir. İslâm ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki, bu gün kendimizi bin türlü kayıtlarla mukayyet zannettiğimiz şeyle yoktur. Türk hayatı içtimaiyyesinde kadınlar, ilmen, irfanen ve diğer hususlarda erkeklerden katiyyen geri kalmamışlardır. Belki daha da ileri gitmişlerdir”. “Unutulmamalıdır ki, milletin hâkimiyetini bir şahısla yahut mahdut şahıslarının elinde bulundurmakta menfaat bekliye cahil ve gafil insanlar vardır. Hükümdarlar, kendilerini mevhum (kuruntulu) bir kuvvetin mümessili tanırlar ve zevk alırlar. Fakat onların etrafındaki menfaat perestler bunu din kisvesine büründürerek bütün milleti iğfale, izlâle (küçük görmeye) çalışırlar. Nihayet milletin kulağı bu terennümle dolar ve o telkinatın icabı din ve mahzı hakikat telakki eder. Bu gibilere mürteci hareketlerine de irtica derler. Yakın tarih safhalarımızı tetkik edersek birçok misale tesadüf ederiz. Fakat buna bütün cihan kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi telkinatla ihlâl ve iğfal etmenin imkânı kalmamıştır. Fetva ile veyahut şu, bu gibi telkinatla milleti irticaa sevketmek isteyenlerin yeri zindan olacaktır. Katîyetle ve pervasızca söylerim ki, milli hâkimiyetimizin her zerresini şu veya bu suretle takyid etmek isteyenler en koyu mürtecidir. Öylelerine karşı milletin yapacağı şey onları parçalamaktır”. “Güya bizim memleketimizde ayrı ayrı sunuf (sınıflar) varmış gibi tecessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumu neticeler malumdur. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir. (…) Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyeti âzimesi çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varidi hatır olur (akla gelir). Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki, memleketimizin vüsatine nazaran hiç kimse büyük araziye malik değildir. Binaenaleyh, bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccarlar gelir. Bittabi bunların menfaatlerini hal ve âtilerini temin ve muhafaza mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi insan yoktur. Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis, birçok milyonerin hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız. Sonra, amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur. Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Halbuki memleketi taali eylemek (yükseltmek) için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh, tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan ameleyi de himaye ve siyanet etmek icap eder. Bundan sonra münevveran ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi?Bunlara terettüp eden vazife halkın içine girerek onları irşat ve ilâ etmek ve onlara terakki ve temeddünde pişva olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh, mesaliki muhtelife erbabının yekdiğerine memzuç olduğundan onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyeti umumiye halktan ibarettir”. Misak- Millî için yürütülen askeri mücadele başta köylüler ve işçiler olmak üzere emeğin seferberliğiyle gerçeklemiştir. Ancak, buna toprak sahipleri, eşraf tüccar ve (varsa) sanayici de destek olmuştur. Tümü şimdi yeni Türkiye’de siyasetin nasıl ve nereden başlayacağını merak etmektedirler. Mustafa Kemal Paşa, onların önüne geri kalmışlıktan çıkma davasını koymakta, bunu ancak (milli mücadele gibi) elbirliğiyle ve uzun dönemli bir çalışma ve sabırla olacağını, yeni siyasetin buna göre düzenleneceğini söylemektedir. Geri kalmışlıktan çıkma davasını öne, sınıfsal çelişkileri arkaya alan bu yaklaşımla oluşturulacak Fırka sınıfsal ittifaklar değil bir “modüs vivendi” (ortak bir çizgi için karşılıklı anlayış) geliştirmelidir.1923 Türkiyesi gibi bir köylüler ülkesinde, siyasal iktidarın (o günlerin deyişiyle halk idaresi’nin) emekten yana bir çalışma seferberliği çizgisi (programı) benimserken, toprak, iş ve sermaye sahiplerine de teşvikler vermesi ve onlardan bu program için anlayış beklemesi gerekecektir. Bitirmeden önce tarihçilerin kutbu Halil İnalcık’tan bir katkıya birlikte göz atalım: “Mustafa Kemal, inkılaplara destek için doğrudan millete gidiyordu. O’nun Ocak – Mart 1923’te batı ve orta Anadolu’daki siyasi kampanyası, Lozan barış konferansındaki Türk heyetine destek ve ‘halk ile memleketin hal ve âtisiyle ilgili fevkalâde alâkalı musahabelerde (sohbetlerde) bulunmak için’ planlanmıştı. İzmit’te Mustafa Kemal Halife’nin devletin başı ya da siyasi sorumluluk taşıyan bir ruhani lider olarak telakki edilmesi fikrini reddetti (…) Kampanya boyunca iki farklı gruba ayrı ayrı hitap etti; bir tarafta halk, yani sıradan insanlar esnaflar, köylüler, toprak sahipleri ve çiftçiler diğer tarafta gençler ya da münevverân yani öğrenciler ve aydın elit. Ancak, Türk milletinin iki kesim arasında gözlemlediği bölünme iyileştirilmeliydi; aydınlar halka gitmeliydi ve popüler millî kültürü değerleyerek yabancılaşmayı bertaraf etmeye çalışmalıydılar”. Evet, 2 Şubat 1923 tarihindeki Kadınlar Kongresi’nden sadece on beş gün sonra yine Kadim kent İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin 4 Mart 1923 günkü “kapanış” merasiminde İşçi Kadınlar adına İzmir delegesi Rukiye Hanımın sözleriyle makalemizi nihayetlendirelim: "Kardeşler! Millî inkılâbımız memleketimizde mevcut bütün müstahsillerin murahhaslarından mürekkep bu muazzam Kongrenin toplanmasını mümkün kılmıştır. Bugünlere erişirken biz kadın işçilerini de fevk'alâde bir sahada görüyoruz. Bizleri bu Kongreye davet eden Büyük Millet Meclisi ve erkânına ve bilhassa Reisimiz Gazi Mustafa Kemâl Paşa hazretlerine biz kadınlar, samimî teşekkürlerimizi takdim ederiz. Türkiye'de "memleket işlerine" kadınların da iştirâk etmesi ilk defa vuku buluyor. Bu şerefin bize müyesser olması kalplerimizi refah ve gurur hisleriyle doldurdu. Kongre, iktisadımızın temelini teşkil eden işçi sınıfının meşrû haklarını tanıdı. Bu netice kadın işçileri namına sâyan-ı şükrandır. Diğer grupların da aynı sadakatle iktisadî kurtuluşumuza çalışacaklarına emin bulunuyoruz. Yaşasın Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümeti, yaşasın Türk işçi ve köylüleri, yaşasın çalışkan Türk işçi kadınlığı!" Unutulmamalıdır ki; Tarihi, kimin kalemi ile yazıyorsunuz? ya da kimin gözlüğü ile okuyorsunuz? İşte kritik soru dün de, bugün de budur!... (*) Bu kısa makale, Serdar Şahinkaya (2023), Cumhuriyet’ten Önceki Son Kurucu Kongre Türkiye İktisat Kongresi (İzmir, 17 Şubat – 4 Mart 1923). Telgrafhane Yayınevi. 1. Baskı. Şubat. Bölüm III. s.77 – 105. Ankara.
ŞAN EYLEM DOĞAN
Şan Eylem Doğan Gizemli bir yolculuğun kitabını yazdı Dünyanın dört bir yanında tüketilen bir içkinin kitabını yazmak için hakikaten çok çalışmak, araştırma yapmak hatta o konuda eğitim almış olmak gerek. Şan Eylem Doğan ile uluslararası bir yarışmaya katılıp finale kaldığı "Viskinin Gizemli Yolculuğu" kitabına ilişkin bir söyleşi yaptık. İşte size konunun uzmanından viski hakkında bilmek istedikleriniz... Daha fazlası ise kitapta yer alıyor.
A LE CREME
4 Kuşak pastacılık geleneği: A Le Creme’in hikayesi A Le Creme, dört kuşaklık bir geçmişin mirasını günümüzün yenilikçi anlayışıyla harmanlayan bir pastane. Dedelerden başlayan ve bugün Gürkan Özcan’ın liderliğinde devam eden bu hikâye, hem geleneksel tatların korunmasını hem de modern dokunuşlarla özgün lezzetlerin yaratılmasını kapsıyor. Markanın yaratıcısı Gürkan Özcan ile Güzelyalı’dan Bostanlı’ya uzanan yolculuğunu, “içkili Makaron” gibi inovatif ürünlerinin çıkışını ve aile mirasını İzmir Life için konuştuk.
MUSES URLA
MUSES URLA KURUCUSU ŞEBNEM VURAL: "Sofra kurmak bir sanattır" Sofra kurmanın bir çok ögeyi estetik bir şekilde bir araya getirmek, sunmak ve göze hitap etmek olduğunu ve Fransızcada “Art de la Table’’ olarak geçtiğini söyleyen Muses Urla kurucusu Şebnem Vural ile geleneksel sofralardan başlayarak yılbaşı sofralarına uzanan keyifli bir sohbet yaptık. Şebnem Vural’ı sizden dinleyelim mi? 1979 yılında doğdum. Notre Dame de Sion Fransız Lisesinden sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Dekorları ve Kostüm Bölümü’nden mezun oldum. Daha okurken çalışmaya başladım ve o zamandan bu zamana farklı meslek gruplarında çalışarak yaratmaya üretmeye devam ettim. Doğa aşığıyım. Hayvanlar, çiçekler ve kitaplar benim hayatımın vazgeçilmezleri. Çocuk ruhluyum, sanatçı ruhluyum ama öte yandan öğretmeyi ve değer katmayı da çok seviyorum. Bu da benim yaşam felsefemi oluşturuyor. Sofralara olan ilginiz nasıl başladı? İlk olarak pasta yapmaya duyduğum ilgiyle başladı. Buna da üniversite yıllarımın son zamanlarında izlediğim Ferzan Özpetek'in “Karşı Pencere” filmi sebep oldu. Bu yolda neler yaptınız? Çokça görsel taradım, tarıyorum. Bu tutku sayesinde zaman içinde çok kıymetli bir kitap koleksiyonum oluştu ve hatta onları da sofralarımda imza olarak kullanıyorum. Konularına, renklerine göre bir kitap yerleştirmeyi, bir sayfa açmayı, yarattığım görselliği bu şekilde yükseltmeyi seviyorum. Yine aynı şekilde şu an sofralarımda kullandığım malzemeleri de hep zaman içinde biriktirdim. Hala özel parçalar buldukça toplamaya devam ediyorum. Antika masa örtüleri, şamdanlar, servis ve sunum tabakları gibi… Tüm bunların haricinde de her şeyden özellikle de doğadan, mevsimlerden, sanattan ve filmlerden de besleniyorum. Dekorasyon özellikle sofra dekorasyonu sizin profesyonel işiniz. Muses Urla adı altında Şebnem Vural hangi hizmetleri veriyor? Biraz işinizi anlatır mısınız. Muses Urla olarak mekanlara ve bireylere yaratıcı tasarım danışmanlığının yanı sıra temalı dekorlar, mevsimin öne çıkan objeleriyle sofra düzenlemeleri, prodüksüyonlu stylingler ile konsept setuplar hazırlıyorum. Bütün bunları yaparken de mevsimin getirdiği güzellikleri, renkleri, tatları, dokuları ve ritüelleri kullanmayı ve ilhamımı çokça beslendiğim doğadan almayı çok seviyorum. Sofra, gelenekleri yaşatan manevi bir zenginlik... Siz nasıl bir sofra kültürüyle büyüdünüz? Ben geleneksel sofra kültürüyle büyüdüm. Her zaman bir arada yediğimiz klasik, sıcacık, sevgili bir aile sofrasında… Bu arada bizim evde çorba, sulu yemek, pilav ve salata mutlaka olurdu. En yakın arkadaşımın evinde ise bambaşka sofralar kurulurdu. O bizimkilere ben de onlardakilere hayrandım. İlk yumurtalı hardallı salatayı, noirlı sandviçleri, evde yapılmış profiterolü onlarda yemiştim. Dostların buluştuğu, uzun sohbetlerin yapıldığı sofraların, aile ve kişiler arası ilişkiler üzerindeki etkileri konusunda neler söylersiniz? Sofra elbette ki çok önemli. Yemek yemek sadece karın doyurmak değil. Bir araya gelmek, bir bütünün parçası olduğunu hissetmek, sofrada paylaşılanlar, konuşulanlar, birbirini bu sayede görmek, dinlemek ilişkileri ve bağları güçlendirir. Ve kesinlikle korunması gereken bir kültür. Önce ailede ve sonra da bir araya geldiğimiz dost sofralarında… O yüzdendir ki “Sofra aile meclisidir” denmiştir ya da “Sofra gönlün ağzıdır.” Sofra ve yemek kültürü bir toplumun kimliğidir. Bizim kimliğimiz nasıl? Her ne kadar günlük hayatın rutinlerinde, geleneksel kültürümüzün değişmeye başladığını görsek de Türk milletini “misafirperver” olarak tanımlayan en önemli şeydir “sofra açmak”… Özel günlerimizde kurulan sofralar mesela bayram yemekleri, sünnet, düğün ve kutlamalar veya acılarımızı paylaştığımız sofralarımız hala sürüyor… Hala kalabalık, açık… Size göre bir ülkenin tanıtımında mutfak kültürü ne kadar etkili? Bence en etkili unsurlardan biri… Tabii ki tarihi, kültürü, sanatı, yapıları da var ama mutfak her ülke için kendi kimliğinin en kuvvetli yansıması… Başka bir ülkeye giderken en başta tadılacak geleneksel lezzetlerini, kafelerini, restoranlarını ve yeme içme kültürlerini araştırmıyor muyuz? Başka ülkelerin sofra kültürlerini incelediniz mi? Hangisinden etkilendiniz? Evet, inceledim ve sanırım İtalyanlardan etkilendim. Bizimkine çok benziyor aslında. Kalabalık, kocaman, sıcacık sofralar ve şölen masalarını aratmayacak derecede de zengin. Özellikle “Under the Tuscan Sun” filminden çok etkilenmiştim ve ondan sonra büyük sunum tabaklarını toplamaya ve yemeklerimi onlarda hayal edip servis etmeye başladım. Bu sayede de hep fazlaca pişirmeye alıştım ve kalabalık sofralar evimin vazgeçilmezi oldu. Sofra sanat mıdır? Bana göre sofra kurmak kesinlikle bir sanattır. Hatta Fransızcada “Art de la Table’’ olarak geçer. Bir çok ögeyi estetik bir şekilde bir araya getirmek, sunmak ve göze hitap etmek hiç de kolay değil. Ben sofralarımı önceden tasarlasam da o günkü mekanın ışığı, ruhu da çok önemlidir. O an elimdeki malzemelerle tasarımın uygulaması kendiliğinden akmaya başlar. Hatta bana "Sen resim yapıyorsun" derler. Fırça ve boyalar yerine örtüler, kumaşlar, çiçekler, mumlar, takımlar ve farklı dekorasyon malzemeleriyle... Nefis bir sofranın tanımı nedir? Nefis bir sofranın bendeki tanımı “ruhunun” olmasıdır. Nerede, kimler için ve nelerle kurulmuş olursa olsun ruhu olması gerekir. Bu da şu demektir; sadece güzel, etkileyici, büyüleyici ya da şaşalı bulmanız değil en önemlisi hissetmenizdir. Sizde iz bırakmalı yani... Bu da görsellikle değil tüm kurguyla mümkündür… Yaşam kültürümüzle beraber yemek kültürümüz de değişiyor. Hazır ve hızlı yemek kültürü bizi, sevdiklerimizi birbirinden uzaklaştırıyor mu ne dersiniz? Anneanne ve babaannelerimizden bize miras kalan, benim de büyüdüğüm sofralar; hayatın koşuşturması, yoğunluğu ve beslenme alışkanlıklarımızın giderek değişmesiyle artık yavaş yavaş yok oluyor. Uzun uzadıya bir arada yenilen çorbayla başlayan sofralar, artık daha çok özel günlerde kuruluyor. Dışarıda daha çok yemeye başladık. Bana göre bir bakıma kalabalık sofraları da oraya taşıdık. Hatta uzun paylaşımlı sofralarda bir araya gelmek, tanımadığımız insanlarla kaynaşıp sohbet etmek… Buna çok sık rastlıyoruz hatta ben de bu tarz sofraları çok çok kuruyorum ve o etkileşim hoşuma da gidiyor. Yeni yıl yaklaşıyor. Yılbaşı sofrasına hangi çiçekler yakışıyor? Bu çiçeklerin bir anlamı, hikayesi var mı? Her mevsimin olduğu gibi yılın bu zamanına da özgü o kadar farklı ve güzel çiçekler, bitkiler var ki… Evlerimizi süslemek, hediye etmek, enerjilerine dahil olmak gerçekten çok keyifli… Onlar neler, mesela en bilinenleri kokinalar, Atatürk çiçeği diğer adıyla poinsettialar, noel kaktüsleri, çoban püskülleri, ökseotu, sıklamenler, çam ağaçları; köknar, ladin, mavi çam, norfolk çamı, noel gülleri gibi… Ama ben sofralarımda en çok taze kesilmiş çam dallarını, minik kırmızı meyveleriyle nefis kokan sakızları, okaliptüsleri, mavi beyaz yaban mersinlerini, dikenli yapraklarıyla palamut dallarını, biberiyeleri, sarmaşıkları ve onların aralarına da meyveleri karıştırmayı seviyorum. Narlar, portakallar, yıldız anasonlar, çubuk tarçınlar, elmalar, armutlar gerçekten de hem çok yakışıyor hem de birleşimleri inanılmaz güzel kokuyor. Doğal ve sade… Her birinin farklı anlamları var. Mesela kokinalar, mutluluk ve şansla özdeşleşmişler. Hatta bir sonraki yıla kadar bozulmadan saklanırsa ev alacağınıza bir işaret olarak kabul edilir. Poinsettialar ise masumiyet ve neşeyi temsil ediyor. Atamızın en sevdiği çiçekler olduğu için bir diğer adı da Atatürk çiçeğidir. Benim de en sevdiklerimden ve yılın bu zamanı en fazla alıp kullandıklarımdan... O güzelim kadifeyi andıran kırmızı ya da beyaz kocaman çiçeklerine gerçekten bayılıyorum. Hatta şekillerinden ötürü Noel Yıldızı olarak da anılıyorlar . Bana göre gösterişli, göz dolduran ama aynı zamanda sıcacıklar… Bir diğer tatlı hikaye de filmlerde çok sık gördüğümüz ökseotuna ait. Her kim ki altında öpüşürse onlara şans, mutluluk getirdiği söylenir. Onun o yeşil yapraklarının arasından çıkan ve bana içi su dolu inci tanelerini andıran meyvelerine bayılıyorum. Bir demet hazırlayıp kırmızı kadife bir kurdele ile bağladığımda benim için “aşk“ oluyor. Bana göre aşkı temsil ediyor. Gelenekselleşen yılbaşı menülerinde neler var? Yılbaşı sofraları şölen sofraları gibidir. Hem damağa hem göze hitap etmeli… Ben her şeyde klasik olanı sevip tercih ettiğim gibi yılbaşı menüsünde de öyleyim. Ve olmazsa olmazlarım var. Bunlar elbette hindi, iç pilav, garnitür sebzeler (haşlanmış veya fırınlanmış), yanlarına belki bir sos… Pancarlı, bol narlı bir kırmızı salata, yine tatlı-ekşi meyveli ve yemişli bir yeşil salata… Meze olarak da humus ve Çerkez tavuğunu çok yakıştırıyorum. Bunların dışında baharatlı peynir topları ve de güzel bir ekşi maya ekmek mutlaka sofrada olmalı. Peki, ya yılbaşına özel olarak pişirilen ekmek ve kekler? Yılbaşı zamanına, ruhuna baharatlar çok yakışıyor ve sadece bu zamanda pişen ekmek ve kekler var. Bunlardan en yaygını olan panettonelere artık aşinayız. Bazı marketlerde bile Aralık ayında bulmak mümkün. Ülkeler ve kültürlere göre değişse de çoğunun yapılışında prensip aynı… Yemişler, meyve şekerlemeleri ve baharatlarla tatlandırılmış keki anımsatan ekmekler ya da ekmeği anımsatan kekler… O yüzden de güzel bir dokuya, farklı bir koku ve lezzetle beraber masalsı da bir görünüme sahipler… Ayrıca uzun ömürlü oluşları sebebiyle de oldukça bereketliler. Artık bizde de bu keklerin, kurabiyelerin çıktığı ve tam da usulüne göre yapıldığı harika pastaneler var. Ama biz de evlerimizde yaptığımız kekleri, ekmekleri ya da mayalı hamurlarımızı, katacağımız malzemelerle benzer lezzetlere dönüştürebiliriz. Tarçın, havuç, portakal, karanfil, meyve şekerlemeleri, badem, fındık gibi yemişler, kuru üzüm, çikolata ve isteğe göre likör ya da konyak ekleyerek… Hep yılbaşı yemeğinden söz ettik. Yılbaşı çay saatlerinde neler var? Aslında yılbaşı çay saatleri benim çok sevdiğim bir ritüel… Aralık ayında çok kez sevdiklerimizle farklı zamanlarda bir araya geliriz. Yeni yıl gelmeden görüşmek isteriz. Bana göre bunun için çay saatleri hem çok ideal hem de çok özel… Hatta birçok otelin lobisinde bu aya özel olarak hazırlanan keyifli çay saati büfeleri olur. Bu süslü salonlarda bir araya gelmek de çok keyifli… Ama evimizde hazırladığımız sofralarımızda da abartıya kaçmadan ekleyeceğimiz birkaç lezzetle fark yaratabiliriz. Yine tatlı ve tuzlu olarak (kimyonlu, sarımsaklı, otlu veya bal bademli gibi) tatlandırılmış tereyağlar, yanına kırmızı meyvelerden bir marmelat ve iyi bir ekşi maya ekmek görsel olarak da lezzet olarak da bana göre iyi bir başlangıç... Hazırladıklarımızın yanına bir de bu zamana özel tatlardan birini eklersek yeterli olacaktır. Bunlar zencefilli kurabiyeler, Noel kekleri, yılbaşı pudingi, meyveli trifle, butterstoch dediğimiz bol tereyağlı kurabiyeler olabilir. Bize yılbaşı masa düzenlemesi nasıl olmalı, birkaç tema üzerinden anlatır mısınız? Mumlar, masa örtüleri, dekorasyon… Bence sadece bu zamanda değil özel günlerimiz için kurduğumuz her sofrada mutlaka bir temamız olmalı. Bu hem işimizi kolaylaştırır hem de ancak o sayede sofrayı zenginleştirebilir, farklı kılabilir, ruhunu yakalayıp istediğimiz hava ve hissiyatı verebiliriz. Yılbaşına gelince de nasıl bir şey hayal ettiğimiz çok önemli. Gold ya da gümüş pırıltıların bol olduğu bir masa mı ya da daha sade zarif bir masa mı veya farklı renkler kullanarak yepyeni bir dokunuş mu yaratmak istiyoruz. Mesela çok sevdiğim Victorian tarzı bir sofraya; melekler, kırmızı güller, altın ve gümüş aksesuarlar ve dantel bir masa örtüsü çok yakışır. Country bir sofra için ise pötikare bir masa örtüsü, kenarı fırfırlı peçeteler, galvaniz ve hasır aksesuarlar, ahşap mumluklar ve doğal bitkilerden hazırlayacağımız aranjmanlara ilave meyveler tam da istediğimiz havayı vermeye yeterli. Renklerden gidersek eğer en sevdiğim kombinasyon; bordo, gül kurusu, somon, gold ve rose gold, kiremit, tarçın ve araya karışan krem beyaz tonları… Şık ve daha sade bir sofra istiyorsanız eğer kesme kadehlerle beraber bolca cam mumluklar kullanabilirsiniz. Yine tercih edeceğiniz zarif bir masa örtüsü üzerine kurulan bu sofranın ana dekorları ise yemeklerin sunumlarının başlı başına görsel şölen olduğu tabaklar olmalı… Konumuz sofralar ama yılbaşı ağacına değinmezsek eksik kalırız. Hangi anlamları taşıyor? Ülkemizde bazen eleştirilere de sebep olan yılbaşı ağacı süslemek, bilinenin aksine sadece Hristiyan geleneği değildir. Türk mitolojisinde yeni yıl denince akla “Nardugan” gelir. Nardugan’da, ölümsüzlük sembolü olarak kabul edilen akçam ağaçları süslenir ve bu ağaçların etrafında geleneksel oyunlar oynanır, şarkılar söylenerek eğlenceler düzenlenirdi. Yani çam süslemek eski bir Türk geleneğidir. Zaman içerisinde ülkemizde yeni yılın sembollerinden biri olarak süregelmiştir. Çocuklar hatta biz büyükler için de son derece eğlenceli, zevkli, bir araya getiren yaratıcı bir aktivitedir. Hristiyanlara göre ise hem ağacın hem de süslerin anlamları vardır. Hristiyanlıkta noel ağacı İsa’nın doğumunu ve dirilişini, ağacın dalları ise ölümsüzlüğü simgeler. Tepeye takılan yıldız, İsa bebeğin yol göstericisi, melek ise doğumu haber verendir. Kenarlara asılan çanlar neşe ve mutluluğu, baston şekerler adaleti, çelenk de gerçek aşkı temsil eder. Nasıl malzemeler kullanılıyor? Yılbaşı ağacı süsleme trendleri neler? Yılbaşı ağaçlarını temalara ya da renklere göre süslemek gerçekten de bir sanattır. Öte yandan benim bu süslerle ilgili kendime göre inandığım ve sevdiğim bir ritüelim var. Ağacın bütünündeki güzellik bana göre tema, renkler veya süslerin güzelliğinden gelmemeli. Aksine taktığımız her parçanın özel oluşundan, hikayesinden gelmeli. Yani esas olan süslerimizin güzel olması değil onları özel kılan hikayelerinin olması… Yıllar içinde alınanlar, biriktirilenler, hediye gelenler, seyahatlerden toplananlar… Bunların yanı sıra elde yapılanlar, dikilenler gibi… Mesela çocuklarımıza yaptırdıklarımız ya da onların okullarda hazırladıkları veya ailece yarattığımız bir süsün değeri bana göre paha biçilemez. Her yıl o süslerin olduğu kutuyu açtığımızda birlikte yolculuk etmeliyiz. Bunu üç yaşındayken yapmıştın, bunu şuradan almıştık, bunun kolu şurada kırılmıştı gibi anılarımızı canlandırmalıyız. Hisli ve hatıralı olmalılar, bir nevi miras… Ve zaman içinde çocuklar, torunlar, sevdiklerimiz, dostlarımız da buna tanıklık etmeli… Tekrar nelerle süsleyebileceğimize gelirsek birkaç önerim var. Kendi diktiklerimiz, kağıttan, portakallardan, mısır patlaklarından süsler… Bunların yanı sıra her yıl dileklerimizi yazıp zarflarla ağaca asmak ve bir diğer yıl onları hep beraber okumak da çok tatlı bir ritüel olarak sürdürülebilir. Bir diğer sevdiğim süsleme ise farklı çerçevelerde aile ve sevdiklerimizin fotoğraflarını asmak… Bebeklik ayakkabıları, oyuncaklar, evcil hayvanlarımız varsa onlar için de bir şeyler koymak… Ayrıca aralara takılan gerçek çam dalları, tarçın çubukları, portakal dilimi zincirleri, zencefilli kurabiyeler de kokularıyla bile ağacımızı daha samimi daha canlı kılacaktır. Bu konudaki trendleri çok sıkı takip etsem de ilham alıp etkilensem de klasik ve geleneksel görüşümü her yıl tazeliyorum. Son olarak okuyucularımız için yeni yıl mesajınızı alalım mı? Yeni yıl için sağlık, mutluluk gibi dileklerde bulunmayacağım. Elbette ki güzellikler, iyilikler bizim için dünyamız için olsun. Ama şunu da unutmamalıyız ki hiçbir şey hiçbir zaman ve hiçbir yıl mükemmel değildir. Zorlukları, acısı, tatlısı, iyisi, kötüsü, her zaman bir arada deneyimler yaşamaya devam edeceğiz. Önemli olan onlara göğüs gerecek gücümüz, oralardan büyüyecek bilincimiz olsun. Kendimize çok ama çok iyi bakalım. Mutlu yıllar https://www.instagram.com/musesurla?igsh=MWt1OWh0c2ptbG8xNw==
GUSTAV KLİMT
Gustav Klimt’in eserlerinde estetik imge olarak kadın Avusturya’nın önde gelen ressamlarından olan Gustav Klimt her tablosunda farklı sanat stillerini kullanması, dekoratif ayrıntılarda malzeme olarak altın varağı seçmesi ile kendine özgü bir sanat dili yaratmıştır. Süslü, karmaşık desenli giysilere ve geometrik ayrıntılara ek olarak figürlerine duygusal bir derinlik kazandırması ile büyülü bir atmosfer yaratmıştır. Tablolarının bir diğer özellikle de cinselliği ve romantizmi vurgulamış olmasıdır. Gustav Klimt 1862 yılında, sanatçı bir annenin ve kuyumcu, gravürcü bir babanın beş çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi. Kuşkusuz, Klimt'in altına olan tutkusu ve dekoratif sanatlara olan ilgisi ailesinden besleniyordu. Kariyerine kuyumculukla başlayan ve tuvallerini altınla süslemeye devam eden Botticelli gibi Klimt de altını malzeme olarak güzelliği ve ifade ettiği sembolizm için benimsedi. Gustav, Klimt ailesinde sanatsal eğilimleri olan tek çocuk da değildi. Ernst adındaki küçük kardeşi de dekoratif ressam olarak tanındı. İlk dönem çalışmalarında daha gerçekçi bir geleneğe sahipti. Hayatının ilerleyen dönemlerinde gravürcü ve metal işçisi olan en küçük kardeşi Georg ile birlikte çalıştı. Georg 1897’de ünlü Viyana Secession binasının kapılarını yaptı. 1898’de Klimt’in Pallas Athena eserinin altın çerçevesini de yine Georg yapmıştı. Pek çok kişiyi şaşırtacak derecede, bu altın yaldızlı eserler sanatçının eserlerinin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturur. Fransa'daki Art Nouveau'ya yakın bir sanat akımı olan Viyana Secession'un kurucu sanatçılarından biri olan Klimt, geleneksel tarzların durağanlığına isyan etti ve disiplinler arası etkileri benimsedi. Nispeten kısa süren yaşamı boyunca (55 yaşında İspanyol gribinin etkilerinden öldü) üretken oldu ve her gün çizim yaptı, tablolarının yanı sıra duvar resimleri, eskizleri ile de tanındı. 4 binden fazla çizimi günümüze ulaşmıştır. Yaptığı 200’den fazla resminin 160'tan fazlası bilinmektedir. 20. yüzyılın başında, bol miktarda altın varakla süslediği eserlerle Klimt kamuoyunun dikkatini çekti. Özellikle kadın ve erkek figürleri erotikti. Işıltılı arka planlara sahip bu görüntüler 20. yüzyıl sanatının seyrini değiştirdi. Bunlar arasında en ünlüsü, bir aşkınlık anında bedenleri altın soyutlamalara dönüşmüş bir kadın ve erkeği kucaklaşırken resmeden başyapıtı Öpücük'tü. Klimt’in özellikle altın ve gümüş yaprak kullanımındaki yüksek derecede uzmanlaşmış işçiliği göze çarpar. Klimt bu malzemeleri insan ilişkilerinin kutsal doğasını ve aşıklar arasındaki bağı vurgulamak için kullandı. 1907-08 ‘da resmettiği bu tabloda iki aşık altın renkli bir çerçeve içinde dünyadan soyutlanmış bir haldedirler. Çiçekli bir zemin üzerinde duran bu çift zeminin en uç kısmında betimlenir. Kadının ayakları neredeyse uçurumdan düşüyormuş gibi bir hareket halindedir. Figürlerin yerleşimi ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgiye gönderme yapar, öpücük imgesi ile evrensel, zamansız romantik bir aşk vizyonunu somutlaştırmış olur.
DR. OKTAY DİKMEN
Doğayı, sanatı ve insanı seven bir protest Dr. Oktay Dikmen “Yaşamımızın da baharı müjdeler gibi doğup, solmaya fırsat bulamadan en güzel haliyle dökülen sakura çiçekleri gibi olduğunu hiç unutmadan, yaşadığımız her anı yudum yudum içip onu anlamlı kılmalıyız.” Ancak böyle bir düşünce ve bu düşünceyi elinden geldiğince hayata geçirenler bir ülkenin, bir şehrin belleğinde yer edinebilirler. Oktay Dikmen yukarıdaki sözlerini son kitabı “Sakuralar”da satırlara dökmüş olsa da hayatını anlamlı kılmak için çabalamış, İzmirli bir aydın olarak belleklere yerleşmiş. Yarım asırlık hekimlik hayatı boyunca sadece çocuklara şifa dağıtmakla kalmamış, toplumun her türlü sorunlarıyla ilgili düşünce üreten ve eylemler gerçekleştiren bir protest olarak sesini daima haklıdan yana yükseltmiş. Oktay Dikmen, 1940 yılında başlayan yaşamı boyunca içinde yaşadığı toplumun tüm dinamiklerini gözlemlemiş, acılarına ve sevinçlerine ortak olmuş, sorunlarına çözüm üretmek için çabalamış, kafa yormuş, yazıp çizmiş, fikir üretmiş ve tüm bu birikimlerini kitaplaştırmış bir doğa ve sanat dostu. “Zamanı Yaşamak”, “Kendimce”, en son çıkan “Sakuralar” kitapları ve yazma serüveni üzerine söyleştik kendisiyle.
EKREM YALÇINDAĞ SERGİSİ
Ekrem Yalçındağ’dan İzmir’e duygusal dönüş: “Evinde Hissetmek. Yeniden ve Yeniden” Türkiye’nin çağdaş sanat sahnesindeki en güçlü isimlerinden Ekrem Yalçındağ, bugüne kadarki en kapsamlı sergisiyle İzmir’de sanatseverlerin karşısına çıktı. 16 Aralık 2024 – 5 Mart 2025 tarihleri arasında İzmir Kültürpark Atlas Pavyonu’nda ziyarete açık olan “Evinde Hissetmek. Yeniden ve Yeniden”, sanatçının 40 yıllık kariyerini farklı yönleriyle ele alan eşsiz bir retrospektif niteliğinde. Küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği sergi, Yıldız Holding desteği ve F~A Art Gallery organizasyonuyla gerçekleşti.
E-DERGİ
İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Kasım/Aralık 2024 sayısında neler vardı göz atın!