KASIMARALIK2025 Günter Soydanbay
İzmir'in anlatı eksikliği
İzmir'in anlatı eksikliği Eskiden, ülkelerin imajını liderler belirlerdi. Örneğin, Fransa'nın devrimci ve kültürel üstün bir güç olarak algılanmasının ardında Napolyon, Almanya'nın disiplinli ve endüstriyel imajının ardında Bismarck, Türkiye’nin modern ve batılı kimliğinin ardında ise ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk vardı. Ortak hikayeler etrafında birleşmek temel bir insani ihtiyaç. Bununla beraber toplumlar kendi içinde bölündükçe siyaset bu ortak anlatıyı kuramaz hale geldi. Aristo’nun dediği gibi, doğa boşluk sevmez. Dolayısıyla bu rolü birinin oynaması lazımdı. İşte bu noktada ulusal markalar devreye girdi. Şöyle düşünün: Etrafınızda kaç kişi İsveç’i bizzat ziyaret etmiştir? Az değil mi? Oysa aynı insanların çoğuna İsveç’i neyle özdeşleştirdiklerini sorun; size sadelik, demokrasi ve pratiklik diyeceklerdir. Peki bu algı nereden geliyor biliyor musunuz? İsveç devletinden değil, Ikea’dan! Firma, ucuz ama tasarım ürünleriyle ve köfte menüsüyle sıradan bir mobilya markası olmaktan çıkıp, İsveç’in evrensel kimliğini temsil eder hale geldi. Bu ilişki dinamiği IKEA ve İsveç’e mahsus değil. II. Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası ticaretin artmasıyla beraber markalar ülkelerinin imajını şekillendirmeye başladılar. Mercedes, BMW ve Audi “Alman mühendisliğini”; Rolex ve Swatch “İsviçre dakikliğini”; Gucci ve Ferrari “İtalyan zarafetini” küresel bilince kazıdı. Fransız iletişim uzmanı Raphaël Llorca'ya göre bu ticari hikayeler -tıpkı Disney filmleri gibi- oldukça basit. Ancak ilginç olan şu: Bu markalar yabancılara hitap ederken, aynı zamanda yerel halkın da kendini bu markaların aynasında görmesini sağlıyor. Zamanla yerel halk, kendi ulusal kimliğini bu marka çerçevesinden tanımlamaya başlıyor. Böylece ticari bir marka, yerel kimliğin ta kendisi haline geliyor. Aynı mekanizma şehirlerde de işliyor. Los Angeles’ın Hollywood’la kurduğu ilişki bunun en görünür örneği. Sinema endüstrisi kentin hem imajını hem öz-algısını biçimlendirdi. Benzer şekilde dizi endüstrisi sayesinde İstanbul, Orta Doğu’nun masalsı bir kenti oldu. Ha keza Apple ve Google gibi teknoloji devleri San Francisco’yu liman kentinden “geleceğin inşaat alanı”na dönüştürdü. Seul, Samsung ve Hyundai ile teknolojik dinamizmin sembolü haline geldi. İzmir ise tarihsel olarak Cumhuriyet’in modern ve Akdenizli yüzü olmasına rağmen kendi hikayesini yeniden yazamadı. Son yirmi yılda rejimle arasındaki mesafe, onu karşı-anlatının sembolü yaptı ve değilleme tuzağına düşürdü. İzmir kimliğini “ne olmadığı” üzerinden tanımlıyor: muhafazakar değil, Anadolulu değil, yeni zengin değil. Ankara’nın resmi kültürüne, İstanbul’un kaotik enerjisine karşı bir değillikle var olmaya çalışıyor. Oysa güçlü markalar kim olduklarını söyler. Nike “Adidas değiliz” demez; “Just Do It” der. Apple “PC değiliz” demez; “Think Different” der. Sürekli karşıtlıkla tanımlanan markalar özgün vaat oluşturamaz. Çünkü “karşıt olmak” bir kimlik değil, tepki biçimidir. Yatırımcı “burada X yok” diyen değil, “burada Y var” diyen yere gider. “Biz farklıyız” yetmez; “Biz buyuz ve size bunu sunuyoruz” demek gerekir. Oysa İzmir’in potansiyeli büyük. Ege modernizmi, yurttaşlık bilinci, sade yaşam ve doğayla uyum gibi değerler hem yerel hem evrensel. Bu değerler etrafında yeni markalar ve yaratıcı endüstriler bir araya gelirse şehir yeniden bir anlam merkezi olabilir. Gereken şey yeni bir logo değil; markalar, sanatçılar ve girişimciler arasında kolektif bir anlatı senkronizasyonu. Mesela “Akdeniz'in Silikon Vadisi: Teknoloji, yaşam kalitesi ve denizin buluştuğu yer”, “Dünyanın en yaşanabilir kenti: İklim, kültür ve özgürlük bir arada” ya da “Yenilenebilir enerji merkezi: Rüzgarın ve güneşin kenti.” Bunlar sadece slogan değil; yatırım alanları, marka stratejileri, kimlik anlatıları. İzmir’in son yirmi yılda kaybettiği, coğrafi konum veya ekonomik potansiyel değil, kendi hikayesinin yazarı olma iradesi. İzmir’in hikayesini siyasiler değil, yerel markalar yazacak. Kalem masada bekliyor.
E-DERGİ İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Eylül/Ekim 2025 sayısında neler vardı göz atın!
AYIN MEKANLARI GÜL KEBAP

İşte istisna mekânlardan biridir Gül Kebap... Kuruluş tarihi 1949. Gül Kebap’ın özelliği sadece “iyi köfte” yapıyor olması değil. Gül Kebap yetmiş altı yıldır aynı yerde ve dördüncü kuşağın yönetiminde. “Sefer tası” misali üç katlı daracık mekânında müdavimlerinin vazgeçemediği adres. Hayranlık uyandıracak bir çaba değil midir bu? İşini, kalitesini koruyarak yapan tam bir aile işletmesi… Kurucu Mehmet Ali Gülgeze, Girit’in üçüncü büyük şehri Resmo’dan İzmir’e göçle gelmiş. Çanakkale’de savaşmış. Bayrağı, ikinci kuşak oğulları Mustafa ve Muhsin Gülgeze devralmış… Ardından torun Hüsnü Gülgeze. Ve bugün dördüncü kuşak Hüsnü’nün oğlu Burak Muhsin işin başında. “Bir Kemeraltı klasiği” olarak Gül Kebap, esnaf lokantası köfteciliğini ilk günden bugüne değişmeyen formül ve sunum geleneğiyle tavizsiz sürdürüyor.

FİLİBELİ HAN

Filibeli Han Eski İzmirlilerin hatıralarındaki Şükran Oteli, özenli bir yenileme süreci sonrasında sahiplerinin soyadını alan "Filibeli Han" Kemeraltı Çarşısı'nın yeni cazibe merkezi olarak hizmete açıldı. Günümüz ihtiyaçlarına uygun yiyecek içecek mekanlarının yer aldığı Filibeli Han'ın üst katı da keşke çeşitli el sanatları üretiminin yapıldığı atölyelere açılsa... Bizim dikkatimizden kaçmış olabilir ama binanın kısa bir tarihinin yabancı dilleri de kapsayacak şekilde bir köşede yer alması çok doğru olurdu diye düşünüyoruz.

BOŞNAKYA

Boşnakya Filibeli Han'ın yan sokağa açılan çıkışında sevimli olduğu kadar lezzetli ürünler sunan "Boşnakya" isimli bir mekan var. Kıymalı Boşnak böreği, peynirli, patatesli ve patlıcanlı börekler, yaprak sarma ve haşhaşlı börek gibi lezzetlerin ağız sulandırdığı mekanda demli bir çay veya reyhan şerbeti yanında poğaçalar ve harika tatlılar deneyebilirsiniz.Antakya'nın çıtır kabak ve kömbesi, bougatsa Selanik tatlısı, medovik Rus pastası, triliçe tatlıları sizi bekliyor. Cuma günleri menüye mantı da ekleniyor. Boşnakya'ya uğramayı ihmal etmeyin.