Yaşandıkça keyif veren bir kentin
okundukça keyif veren dergisi.
ANA SAYFA
REKLAM
Abone
İLETİŞİM
SATIŞ
YAZARLAR
Yayın Kurulu
Demokrasi ve seçim
Ayse Perin (Tatari)
Kent ve insan
Avram Ventura
Bilgiç geçinenler
Gülhan Berkman Yakar
Düşlerden gerçeğe
Günter Soydanbay
UNESCO Geçici Listesi: İtalya'dan öğrenilebilecek dersler
Pınar Tekeş
Duygularla Temas
Prof. Dr. Levent Kırılmaz
Pişmanlık
Dr. Zeki Hozer
Siyanür!
Zekeriya Şimşek
Süreyya Berfe Kitaplığı
İzmir Life
260 -
Mart/Nisan 2024
Güncel ve geçmiş sayıları Magzter üzerinden satın alıp okuyabilirsiniz.
MART NİSAN 2024
Bu sayımızdan başlayarak "Demokrasi" başlığı altında dünyanın en iyi yönetimi olarak nitelenen sistemi mercek altına alacağız. Acaba hangisi gerçek demokrasi diye soracağız. Katı bir totaliter rejimle yönetilen ülkelerin adlarında bile demokrasi yer alıyorsa bunu sormaya hakkımız var değil mi? Demokrasi bir yönetim biçimiyse onun geliştirilmesi ve güçlendirilmesi de yönetenlerin işidir. Ancak burada bir sürü soru ortaya çıkıyor. Önce yönetenlerin demokrasiden ne anladıkları sorusu akla takılıyor. Kendi güçlerinin çoğalmasını mı ya da çevrelerinin güçlerinin çoğalmasını mı anlıyorlar acaba? Yoksa halkın kendi kendini yönetmesini işaret eden demokrasiyi halkın mutluluğunu yaratmasını bir aracı olarak mı görüyorlar? Gelin bunu araştıralım. Demokrasinin nimetlerinden yararlanan bir toplum olmanın ilk kurallarından birinin fertlerin sorgulama becerisinin gelişmişliği olduğunu da unutmayalım. Mart sonunda yerel seçimler var. Bize seçmemiz gereken adayları sunan siyasi partiler ne derece doğru adaylar belirledi acaba? Seçin de görün...
DEMOKRASİ DENİNCE NE ANLIYORUZ
Demokrasi denince ne anlıyoruz? Bu sayımızdan başlayarak "Demokrasi" başlığı altında dünyanın en iyi yönetimi olarak nitelenen sistemi mercek altına alacağız. Acaba hangisi gerçek demokrasi diye soracağız. Katı bir totaliter rejimle yönetilen ülkelerin adlarında bile demokrasi yer alıyorsa bunu sormaya hakkımız var değil mi? Demokrasi bir yönetim biçimiyse onun geliştirilmesi ve güçlendirilmesi de yönetenlerin işidir. Ancak burada bir sürü soru ortaya çıkıyor. Önce yönetenlerin demokrasiden ne anladıkları sorusu akla takılıyor. Kendi güçlerinin çoğalmasını mı ya da çevrelerinin güçlerinin çoğalmasını mı anlıyorlar acaba? Yoksa halkın kendi kendini yönetmesini işaret eden demokrasiyi halkın mutluluğunu yaratmanın bir aracı olarak mı görüyorlar? Gelin bunu araştıralım. Demokrasinin nimetlerinden yararlanan bir toplum olmanın ilk kurallarından birinin fertlerin sorgulama becerisinin gelişmişliği olduğunu da unutmayalım.
BONVİVANT PASAPORT’TA
BONVİVANT'IN İKİNCİ MERKEZİ PASAPORT’TA İş insanı Perihan İnci’nin hayallerinden yola çıkarak İzmir’e kazandırdığı etkinlik merkezi BonVivant, ilham veren buluşmalara ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Onlarca kurumsal toplantı, sergi, söyleşi, sanatçı ve sanatseveri bir araya getirerek iyi yaşamın adresi olan BonVivant, şimdi de sahip olduğu uzmanlığını ve deneyimini uluslararası seviyedeki hizmet anlayışı ile birleştiren “Etkinlik Merkezi”ni Pasaport’ta açtı. İnci, “Alsancak’ta İzmir’in tarihini kucaklayan BonVivant, bu kez modern alt yapısı ve panoramik körfez manzarası ile kurumsal misafirlerine daha yüksek kapasiteyle Pasaport'ta hizmet veriyor. İzmir’in ihtiyacı olduğuna inandığım bir merkezi, İzmir’e yakışan bir şekilde hayata geçirmiş olmaktan dolayı mutluluk duyuyorum" diyor. BonVivant’da, İzmir’in kalbi Alsancak ve Pasaport’ta bulunan iki ayrı mekanda konferans, toplantı, özel davetler, sanat atölyeleri, sergiler, dinletiler, söyleşiler ve keyifli buluşmalar için farklı biçimlerde tasarlanmış birbirinden bağımsız alanlar bulunuyor. Keyifli ve ferah bir atmosferde BonVivant Brasserie’nın seçkin lezzetleri ile hizmet veriliyor. BonVivant, Pasaport lokasyonu içinde yer alan yüksek kapasiteli salonlarında kurum ve kuruluşların eğitim, özel etkinlik ve toplantılarına ev sahipliği yapmanın yanında kurumsal misafirleri ağırlama imkânı da sunuyor.
11 İLÇEDE ATIK TOPLAYICI ARAŞTIRMASI
11 İLÇEDE ‘ATIK TOPLAYICI’ ARAŞTIRMASI İzmirliler: “Atık toplayıcılar çevreyi koruyor” Kağıt, cam ve metal gibi geri dönüştürülebilir malzemelerin doğaya ve ekonomiye kazandırılmasına katkı sağlayan ‘sokak atık toplayıcıları’, İzmir’de bilimsel araştırmaya konu oldu. İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde (İEÜ) görev yapan 3 akademisyen tarafından, 11 ilçeden bin kişiyle yüz yüze görüşülerek yapılan araştırma, dikkat çekici sonuçlar ortaya çıkardı. TÜBİTAK’ın 353 bin liralık desteğiyle tamamlanan çalışmada İzmirliler, çevrenin korunması adına atık toplayıcıların önemli bir görev üstlendiğini ve topluma uyum noktasında da genel olarak başarılı olduklarını belirtti. İzmir Ekonomi Üniversitesi İşletme Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Metehan Feridun Sorkun’un yürütücülüğünde hayata geçirilen projeye, İEÜ İşletme Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü Özen ve İEÜ Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seda Can da araştırmacı olarak destek verdi. ‘Bireylerin atık ayrıştırma davranışlarında sokak atık toplayıcılarının rolü’ adlı çalışma; İzmir’in Balçova, Bayraklı, Bornova, Buca, Çiğli, Gaziemir, Güzelbahçe, Karabağlar, Karşıyaka, Konak ve Narlıdere ilçelerinde gerçekleşti. İZMİRLİLER OLUMLU GÖRDÜ Araştırmaya katılan İzmirlilerden, kendilerine yöneltilen sorulara 1 ile 7 arasında puanlama yaparak cevap vermeleri istendi. Araştırma sonuçlarına göre İzmirliler, ‘Atık toplayıcıları çevrenin korunmasına katkı sağlar’ maddesine 6.2, ‘Ekmeğini hak ederek kazanır’ maddesine 6.4, ‘Belediyelerin çevre temizliği yapmasına engel olmaz’ maddesine 5.9, ‘Atık toplayıcıları görünce rahatsız olmam’ maddesine de 5.9’luk puan ortalamasıyla olumlu görüş bildirdi. İzmirliler, topluma uyum noktasında atık toplayıcıların daha girişken olabileceğini de işaret etti. DETAYLICA ELE ALINACAK İEÜ İşletme Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Metehan Feridun Sorkun, araştırmaya ilişkin sonuçları ve sokak atık toplayıcılarının bireylerin atık ayrıştırma davranışlarına etkilerini, şubat ayında İEÜ’nün ev sahipliğinde düzenlenecek toplantıda uzman isimlerin de katılımıyla detaylıca ele alacaklarını söyledi. Projeye ilişkin detayları paylaşan Doç. Dr. Sorkun, “Araştırmamız, İzmirlilerin konuya ‘atık toplayıcılarının toplumsal düzene uyumu’ ve ‘topluma katkıları’ olarak iki boyutta yaklaştığını gösterdi. İzmirlilerin, atık toplayıcılarının topluma katkılarını yüksek bulması, araştırmanın dikkat çeken sonucu oldu. İzmirliler, atık toplayıcılarının yaptıkları işin toplum için yararlı olduğunu düşünüyor. Ancak işlerini yaparken toplumsal kurallara biraz daha fazla uymalarının da yararlı olacağını belirtiyor” dedi. YARDIM ETME EĞİLİMİ DE VAR Doç. Dr. Sorkun, sözlerini şöyle sürdürdü: “Projede, İzmirlilerin atık toplayıcılarına yardım etme eğilimlerini de araştırdık. Örneğin İzmirliler, çöplerini atık toplayıcılara ayrıştırarak verebileceklerini ve bu sayede onların işini kolaylaştıracaklarını belirtti. İzmirliler, atık toplayıcılara olumlu tutum besledikleri için onlara yardım etme niyetiyle de yaklaşıyor. Küresel ısınmaya bağlı oluşan iklim değişikliği, artan nüfus ve doğal kaynakların azalması gibi birçok faktör, geri dönüşüm konusunda herkese bireysel sorumluluklar yüklüyor. Belki farkında değiliz ama sokak atık toplayıcıları, geri dönüşüm ve atıkların değerlendirilmesi noktasında çok önemli rol üstleniyor. Bu konuda toplumsal bir görev yaptıklarını söyleyebiliriz. Projemizin amaçlarından biri, sokak atık toplayıcılarına karşı halkın tutumunu göstermekti. Bu noktada amacımıza ulaştık. İzmir’de elde edilen bulguların, Türkiye genelinde tutumu göstermek yönüyle de önemli olduğunu düşünüyoruz.”
URLA’DA OTLARLA BAHARA MERHABA
URLA’DA YENİLEBİLİR, SÜRDÜRÜLEBİLİR VE ZEHİRSİZ YABANİ OTLARLA BAHARA MERHABA Urla’da yıllardır şenliklerle kutlanan “Mart Dokuzu Urla Ot Bayramı” Urla Kaymakamlığı, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Urla Belediyesi’nin desteği ile Doğal Sofra Urla Derneği tarafından bu yıl 11. kez ‘’Yenilebilir, Sürdürülebilir ve Zehirsiz otlar’’ temasıyla 9-10 Mart tarihlerinde gerçekleştirildi. Urla Ziraat Odası, Urla Kent Konseyi, Esnaf Odası, BİTOT, İzmir Ekonomi Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi paydaşlar arasındaydı. Sadece Urla’dan değil İzmir’in ilçelerinden ve İzmir dışından da yoğun bir katılımın olduğu Mart Dokuzu Urla Ot Bayramı, katılımcılara zengin, deneyimsel, öğretici ve eğlenceli bir program sundu. Yenilebilir Urla otlarının ve Urla otlarıyla yapılan yöresel yemeklerin satıldığı stantlar, Ot Bayramı’nın gerçekleştiği her iki gün de lezzet sundu. Ot bayramı, tarihi ve kültürel gezilere, atölyelere, söyleşilere, kır gezisi ve otları tanıma etkinliklerine, çocuklar için aktivitelere, yarışmalara, sergilere, konser ve halk oyunlarına sahne oldu. Mart dokuzu Urla Ot Bayramı, ÇYDD Urla Şubesi Kadın Trampet Takımı eşliğinde kortej yürüyüşü ile başladı. Urla Cumhuriyet Meydanı’ndaki açılış töreninde, Urla Folklor ve Turizm Derneği halk oyunları gösterisi sundu. Doğal Sofra Urla Derneği Başkanı Bilge Bengisu Öğünlü de "Urla’da yüzyıllardır kutlanan Mart Dokuzunu, 11 yıldır bayram olarak kutluyoruz. Bu sene temamız yenilebilir, sürdürülebilir ve zehirsiz otlar… Bundan sonra çok daha seçici ve duyarlı olmamız gerekiyor. Çevre kirliliği kapımıza dayandı. Soframıza koyduğumuz tüm gıdalar gibi yenilebilir otların da zehirsiz olmasına dikkat çekmek istiyoruz" dedi. Urla Ziraat Odası Başkanı Muharrem Uslucan, ilçede sayılamayacak kadar çok ot çeşidi bulunduğunu söyleyerek doğal kaynakların sürdürülebilirliğinin önemine dikkat çekti. "Bu tür festivaller ile hem bölgedeki değerlerimizi tanıtmamız hem de bölge halkına destek çok önemli" dedi. Ot Bayramı kapsamında, Urla Kent Tarihi ve Arşivi(UKTA)‘da, Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi akademik kadrosu çalışmalarından oluşan ve doğanın görkemli döngüsünün yaratıcı sürece etkisiyle yeniden şekillendirilmiş örnekler sunan "Crafted-Nature" isimli sergi ziyarete açıldı. Sürdürülebilirlik ve doğal kaynakların korunmasına dikkat çeken sergi 15 Mart 2024 tarihine dek ziyarete açık kalıyor. Yoğun talep gören ve İdil Yazıcıoğlu rehberliğinde gerçekleşen Urla Kültür turu; Klazomenai ören yerinde, Hayalbahçe’den zeytinyağı tadımı ve 360 Derece Tarih Araştırmaları durağında Emre Bilki ney dinletisi gibi sürprizlerle tura katılanlara unutulmaz bir deneyim yaşattı. Ot tanıma gezisinde, DSU üyeleri katılımcılara yenilebilir otları tanıttı, bunların pişirme yöntemlerini öğretti. Ot tanıma yarışmasında en çok otu bilen ilk üç yarışmacıya ödüller verildi. Urla Kent Konseyi İklim Grubu; bahçe kompostunun nasıl yapılacağını öğretmek ve yerel yönetimlerin de bu sürece destek olmasını sağlayarak Sürdürülebilir Çevre Kültürü anlayışında farkındalık yaratmak için bir atölye düzenledi. Doğa, çevre ve sürdürülebilirlik konularında, özverili çalışmaları olan Prof. Dr. Tayfun Özkaya, BİTOT Gıda Topluluğu (Batı İzmir Topluluk Destekli Tarım)’ndan Dr. Tamer Güvenir ve Avukat Şehrazat Mercan’a ‘Doğaya Saygı’ plaketi sunuldu. İki gün boyunca meydandaki atölyelerde; Doğal Sofra Urla Derneğinin deneyimli üyesi Gülin Öztürk, Urla'da bulunan yabani otları ve bu otlarla Çalkama yapımını anlattı. Diyetisyen Ercan Kaplan da sağlıklı beslenmede yabani otların önemine değindi. Doç. Dr. Ahmet Uhri ve Dr. Betül Öztürk, ödüllü kitapları ''Ege Otları'' nı tanıtıp üzerine sohbet ettiler. İzmir Aşçılar Derneği Başkanı Doç. Turgay Bucak ve Genel Sekreter Berna Şen, Ege otlarının hazırlanışı ve kullanımını gösterdiler. Prof. Dr. Uygun Aksoy , Temiz çevre ve temiz gıda arasındaki ilişkiyi anlattı. Urla Doğal Sofra Derneği üyeleri Michelin Yıldızlı Şef Handan Kaygusuzer ve Fazile Paksoy Urla'nın geleneksel ot yemeklerini ve geleneksel 'Ekmek Dolması' yapımını, bir başka üyemiz Pasta Şefi Esra Özkutlu (İrmik Hanım Patisserie) ise aromatik otlarla dondurma yapımını uygulamalı olarak anlattılar. Sultan Adıgüzel, Tıbbi Aromatik bitkilerle sabun yapımını gösterdi ve atölye süresince şans ruletinde puanı tutturan katılımcılara uçucu yağ ve sabun hediye etti. Çocuklar için İzmir Ekonomi Üniversitesi GSTF eğitmenleri tarafından gerçekleştirilen bitkilerle baskı atölyesi, eğlenceli ve eğiticiydi. Urla’nın orkestrası Pikap, İzmir Büyükşehir Belediyesi Pop Orkestrası ve Cem Vardarcı ile Charli Selim Franco Mart Dokuzu Urla Ot Bayramını müzikleriyle coşturdu.
GURUR PROJESİ
Başkan Çalkaya’nın gurur projesi Türkiye’nin eğitimde en büyük sorunlarının başında gelen üniversite öğrencilerinin barınma sorununa çözüm bulmak için kız öğrenci yurdu inşa eden Balçova Belediyesi’nin ikinci yurdu da tamamlanmak üzere. Korutürk Mahallesi’nde yapımı devam eden öğrenci yurdunda incelemelerde bulunan Balçova Belediye Başkanı Fatma Çalkaya, yetkililerden bilgi alarak tamamlanan örnek öğrenci odalarını gezdi. Toplamda 66 odadan oluşan Balçova Kız Öğrenci Yurdunda 3 kişilik ve 2 kişilik odalar ile engelli öğrenci odası planlandı. Yurtta ayrıca, revir, yemekhane, çamaşırhane, etüt salonu, TV salonu, kafeterya ve sığınak bulunuyor. Konforlu ve modern mobilyaları ile göze çarpan yurt binasının örnek odaları ve toplu alanlar alttan ısıtmalı olacak. Depreme dayanıklılık, yangın, asansör sistemlerinin de dünya standartlarında uygulandığı binada, öğrencilerin güvenliği en çok önem verilen konuların başında olmuş. Balçova’da Belediyenin inşa ettiği ikinci ikinci kız öğrenci yurdu için Gurur Projem ifadesini kullanan Başkan Fatma Çalkaya “Önceki yıllarda yapımını tamamladığımız 384 kişilik kız öğrenci yurdunda pırıl pırıl Cumhuriyet çocukları yetişiyor.
SALİH ESEN
Salih Esen’in hayatı kitap oldu İzmirli iş insanı Salih Esen’in hayatını anlatan, gazeteci Mete Tamer Omur imzalı ‘Hayatım Maraton’ Yakın Kitabevi’nden okurla buluştu. 1976’da Esen Plastik’i kurarak Türkiye’nin sanayileşme hamlesine büyük katkılar koyan Salih Esen’in eğitimden spora, EBSO’ndan Menemen Plastik İhtisas Organize Sanayi Bölgesi’ne kadar birçok alandaki önemli dönüm noktalarının ele aldığı kitap, genç kuşağa rehberlik etmeyi amaçlıyor. Kitabın geliri ise üniversite öğrencilerine burs olacak.
ORGANİK TARIM
Türkiye organikte de dünyanın gıda ambarı "Dünyanın en büyük organik gıda fuarı" olarak nitelendirilen Nürnberg Organik Gıda Fuarı’na (BioFach) Türkiye'den katılan 37 firma yeşil tarım ve rekabetçi fiyat vizyonu kapsamında ürünlerini sergiledi. Almanya'nın Nürnberg kentinde düzenlenen ve alanında "dünyanın en büyüğü" olarak nitelendirilen organik gıda ürünleri fuarına Türkiye'den katılan 37 şirket; kaliteli, sürdürebilir ve rekabetçi fiyat vizyonu kapsamında ürünlerini tanıttı. Dünya’nın organik gıda ambarıyız mesajı verdi. Türkiye'nin farklı illerinden gelen organik gıda şirketleri, Messe fuar alanında gerçekleştirilen ve "dünyanın en büyük organik ürünler fuarı" olarak bilinen Nürnberg Organik Gıda Fuarı'nda (BIOFACH) yerini aldı. Türk şirketlerin yeni ürünlerini ve projelerini uluslararası tedarikçilere ve fuar katılımcılarına anlatma fırsatı bulduğu fuarda, Türkiye'nin son yıllarda organik ürün sektöründe ulaştığı kalite damga vurdu. Türkiye'den fuara katılan şirketler kimyasal gübre ve ilaç kullanılmayan organik sertifikalı ürünlerini katılımcılara tanıtma imkanı yakalarken, yeni trendleri yerinde inceleme fırsatı buldu. Ege İhracatçı Birlikleri tarafından fuarda kurulan Türkiye Pavyonunda Türkiye'den milli katılımla etkinliğe dahil olan 16 şirket yer aldı. Fuarın düzenlendiği 9 salonun hemen hepsinde Türk firmaları güçlü bir şekilde yerini aldı. Nürnberg BioFach Fuarı'na bu yıl toplam 37 Türk şirketi katıldı. Fuarda, "Gelecek için Gıda: Kadınların Sürdürülebilir Gıda Sistemleri Üzerindeki Etkisi" ana temasıyla oturumlar düzenlendi. Organik ürünler konusunda güncel araştırma bulguları, küresel gıda sisteminin ekolojik dönüşümü, mevcut zorluklar ve organik sektörün geleceği, sürdürebilir gıda altyapı ve tedarik zinciri çözümleri 200'den fazla oturumda ele alındı. "Fuarda, organik ürünlerdeki son gelişmeleri görüyoruz” Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Mehmet Ali Işık, BIOFACH'ın organik ürünler konusunda 30 yılı aşkın süredir Almanya'nın ve dünyanın en büyük buluşma merkezi olduğunu söyledi. Bu yıl fuara 94 ülkeden 2 bin 500 firmanın katılmasının çok önemli olduğunu belirten Işık, “Dünyanın her tarafından firmalar geliyor. BioFach Fuarı’nda kozmetik dahil birçok sektör var. Burada iki çalışma yapıldı. Birincisi firmalar kendi ürünlerini ülkeler kendi ürünlerini tanıtıyorlar. İkincisi de herkes dünyada ne olup bittiğini, trendleri, son çalışmaları görüyor. AB’nin Yeni Organik Yönetmeliğinin Türkiye üzerine etkileri isimli bir toplantı da organize ettik. Kontrol ve sertifikasyon şirketlerinin temsilcileri, KSKDER ve AB’deki Kontrol ve Sertifikasyon Derneklerinin çatı örgütü EOCC’nin temsilcileri katıldı. Oldukça verimli bir toplantı oldu.” dedi.
LİMONCUOĞLU AİLESİ
Narenciye ithalatı çok yönlü bir hikayeye dönüştü Limoncuoğlu Ailesi 1830’larda Hayfa’dan limon ithal edip tüm Ege’ye pazarlayan Limoncuoğlu Ailesi, bugüne uzanan soyağaçlarıyla kent belleğinin hazine dairesi gibi. Kurtuluş Savaşı’nda 150’likler diye anılacak ve Demokrat Parti’nin kuruluşunda yer alacak İzmirli Küçük Ethem onlardan. Yemiş Çarşısı’nın Helalparalı’ları da... Limoncuoğlu soyadının yüklü bir tarihi var aile albümlerinde. Kah Hayfa’ya gidilir, kah Mora’ya. Bozyaka’nın kule evlerinde gezilir, Tilkilik’te dede konağına gidilir. Baba tarafının hikayesi, Milli Mücadele ile zenginleşmiş İzmir’in yakın siyasi tarihidir. Anne tarafının ise ticarette payı vardır. Cezayir İş Hanı’ndaki Helalparalı’lar onlardır... Ailede ulaşılan ilk kişi Turgutlulu Ethem Bey. İsim de, kuşaktan kuşağa aktarılan büyük bir miras gibi. 1830’larda İzmir'e gelip Tilkilik Fettah Sokak’a yerleşen Ethem Bey, Hayfa'dan narenciye, özellikle de limon getirip pazarlıyor. O zaman bugünkü gibi Akdeniz kıyılarında limon yetiştirilmiyor. Bundan olacak, aile Limoncular diye anılıyor Tilkilik'te. Dede ocağı, Dönertaş'ın orada konak gibi bir ev. Hatta rivayet edilen, Dönertaş Sebili’nin Limoncuoğlu Vakfı olduğu...
İZKİTAP KÜLTÜRPARK'TA
İZKİTAP BAHARIN COŞKUSUYLA KÜLTÜRPARK’TA İzmir Kitap Fuarı, bu yıl fuarizmir’in yanı sıra festival tadında bir organizasyonla Kültürpark’ta da gerçekleştirilecek. 19 - 28 Nisan 2024 tarihleri arasında Kültürpark’ta yapılacak İzkitapfest’te; yayınevleri, sahaflar, plakçılar yer alırken söyleşiler, dinletiler, konserler ve imza günleri gerçekleştirilecek. Ana temasının “Çocuk Edebiyatı”, onur konuğu yazarın da edebiyatımızın önemli isimlerinden Ahmet Ümit olduğu İzkitapfest, baharın coşkusuyla kitapseverleri Kültürpark’ta buluşturacak. İzmir Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde İZFAŞ ve SNS Fuarcılık iş birliği ile önceki ay fuarizmir’de gerçekleştirilen İZKİTAP - İzmir Kitap Fuarı, bu yıl fuarizmir’in yanı sıra festival gibi bir organizasyonla Kültürpark’ta da okuyucuyla buluşacak. Yüzlerce yayınevi, sahaf, plakçı ve kurumun katılacağı İzkitapfest; Lozan’dan 26 Ağustos’a ve Kaskatlı Havuz’dan Montrö’ye Kültürpark’ın tüm açık alanlarına yayılarak doğayla iç içe bir edebiyat buluşmasına ev sahipliği yapacak. İzkitapfest, sadece kitap alışverişi için değil, aynı zamanda birçok etkinlikle de her yaştan ziyaretçisine dolu dolu eşsiz bir deneyim sunacak. Edebiyat dünyasının birbirinden önemli isimleri gerçekleştirecekleri imza ve söyleşilerde deneyimlerini paylaşırken müzik dinletileri, konserler, atölye çalışmaları, yarışmalar, birbirinden farklı etkinlikler gerçekleştirilecek. İzkitapfest, çocukların ve ebeveynlerinin eğlenceli ve öğretici bir ortamda vakit geçirmelerine imkan tanıyacak. 19 - 28 Nisan 2024 tarihleri arasında gerçekleştirilecek İzkitapfest, sadece kitap alışverişi yapılabilecek ya da sevdiğiniz yazarlardan imza alınabilecek değil aynı zamanda ailecek katılıp keyifli zaman geçirebileceğiniz, öğrenebileceğiniz ve birlikte eğlenebileceğiniz bir festival deneyimi sunacak. İzkitapfest’te 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na özel etkinlikler de gerçekleştirilecek. Fuarın onur konuğu Ahmet Ümit İZELMAN A.Ş. ve KOSGEB desteğiyle yazar ve yayıncılarla kitapseverleri bir araya getirecek, sektörü buluşturacak İzkitapfest’in “Onur Konuğu” ise özellikle polisiye türdeki eserlerin usta ismi, Türk edebiyatının önemli isimlerinden yazar Ahmet Ümit. Fuarda, Ahmet Ümit’in yaşamı ve eserleri üzerine, kendisinin de katılımıyla söyleşi düzenlenecek. Fuarda, birbirinden değerli yüzlerce yazar, şair, çizer, imza günleri ve söyleşilerle okurlarıyla bir araya gelecek. İzkitapfest’i, 10 gün boyunca yüz binlerce kitapseverin ziyaret etmesi bekleniyor. Fuarla ilgili katılımcı yayınevleri, etkinlik, söyleşi, imza günü takvimi ve daha fazla bilgi https://www.kitapizmir.com/ adresinde yer alacak. İzmir Kitap Fuarı 26 Ekim–3 Kasım 2024 tarihleri arasında Fuarizmir’de Geçtiğimiz yıl 28 Ekim – 5 Kasım tarihlerinde fuarizmir’de gerçekleştirilen İZKİTAP – İzmir Kitap Fuarı’nı, 351 bin 413 kişi ziyaret etmişti. 9 günlük fuarda, kitapseverler, 722 imza etkinliği ve 87 söyleşi ile kitaplarını imzalatıp yazarlarla buluşurken fuarın onur konuğu şair ve yazar Birhan Keskin olmuştu. İZKİTAP, bu yıl 26 Ekim – 3 Kasım 2024 tarihleri arasında yine fuarizmir’de, yayınevleri ve edebiyat dünyasının birbirinden değerli isimlerini 3. kez kitapseverlerle buluşturacak.
AYVALIK RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ
Ayvalık Rahmi M. Koç Müzesi kapılarını açtı Ege’nin incisi Ayvalık’ın endüstriyel mirası, Rahmi M. Koç Müzeleri tarafından yaşatılıyor. 200 yıllık tarihi zeytinyağı fabrikası kapsamlı bir restorasyon sonucunda Ayvalık Rahmi M. Koç Müzesi olarak kapılarını açtı. Koleksiyonu dünya endüstri tarihinin seçkin örneklerinden oluşan müzede arkeolojik eserler de sergilenecek. Türkiye’nin ulaşım, endüstri ve iletişim tarihindeki gelişmeleri yansıtan ilk müzesi Rahmi M. Koç Müzesi, kültür sanat dünyasına yeni bir müze daha kazandırdı. İstanbul, Ankara ve Cunda’daki üç müzenin ardından Ayvalık Rahmi M. Koç Müzesi de dünya endüstri tarihinin örneklerini ziyaretçilerle buluşturuyor. Zengin koleksiyonu ile her yaşa hitap ediyor 19 Ocak’ta kapılarını açan müzenin giriş katında klasik otomobiller, motosikletler, bebek arabaları, buharlı makine modellerinden oluşan objeler yer alıyor. Binanın üst katında ise birbirinden değerli lokomotif modelleri, oyuncaklar ve denizcilik ile ilgili objeler bulunuyor. Yapım teknikleri korunarak restore edildi Müzenin bulunduğu bina, 200 yıllık geçmişiyle Ayvalık’ın en önemli endüstriyel miraslarından biri. 19’uncu yüzyılda kentte inşa edilen avlusuz tipteki fabrikaların mimari özelliklerini yansıtan yapı, ızgara sistem yapı adaları ve bir doku içinde yer alan birbirini dik kesen sokaklarla çevrili. Yağhane ve sabunhane olmak üzere iki bölümden oluşan fabrika, kâgir duvarlar içine ahşap döşeme kirişler yerleştirilerek inşa edilmiş. Kuruluşundan itibaren 1950’li yıllarda en gelişmiş haline ulaşan fabrika, 2000’li yılların başında kullanım dışı kalmış ve zamanla çeşitli tahribatlara uğramış. 2021 yılında RMK Kültür Faaliyetleri A.Ş. tarafından satın alınan fabrika ve Ark İnşaat A.Ş. tarafından özgün malzeme ve yapım teknikleri korunarak onarıldı. Eşsiz Ayvalık manzarası eşliğinde mola Ayvalık Rahmi M. Koç Müzesi, pazartesi günleri hariç, 10.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Müzenin deniz kıyısında yer alan kafesi ise gerek müze ziyaretçilerinin yorgunluk atmak için soluklanacakları gerekse dışarıdan gelen misafirlerin müzenin hoş ve keyifli ortamında vakit geçirip sunulan lezzetlerle günlerine keyif katacakları eşsiz bir mekan olarak hizmet veriyor. Koleksiyona özgü tasarlanmış hediyelik eşyalar ise müze girişindeki mağazadan satılıyor.
VİZE SORUNU
İş dünyası vize sorununa çözüm arıyor Güçlenen küresel iş birlikleri tüm rekabet kurallarının kökten değişmesine neden olurken, iş insanları için seyahat özgürlüğünün önemi her geçen gün daha da artıyor. Her geçen gün artan vize sorunlarıyla birlikte küresel iş dünyası seyahat kısıtlamalarının önüne geçmek için alternatif yollar aramaya devam ediyor. Bu alternatiflerin başında ise yatırım yoluyla vatandaşlık ve oturum programları var. Dünya genelinde 2022 yılında 20 milyar Euro’ya yaklaşan yatırım göçü hızla artarken, yatırım yoluyla vatandaşlık ve oturum izninin önümüzdeki dönemde küresel iş dünyasının en önemli gündem maddelerinden biri olması bekleniyor. Dünyada 45’i aşkın ofisiyle, yatırım yoluyla vatandaşlık ve oturum programları danışmanlığı hizmeti sunan Henley & Partners, bu önemli gündeme ilişkin olarak gerçekleştirdiği “Varlıkların Korunması Semineri”yle İzmir iş dünyasını bir araya getirdi. Etkinliğe Henley & Partners’ın İspanya, Portekiz ve Kanada’dan iş ortakları da katıldı. Bu üç ülke geniş oturum ve vatandaşlık imkanları ve güçlü pasaportlarıyla öne çıkıyor. Gayrimenkul alarak Avrupa’da oturum elde etmek için İspanya oldukça cazip ülkelerden biri kabul ediliyor. Madrid gayrimenkul raporlarında ön plana çıkıyor ve 500 bin EUR yatırım ile oturum elde edilebiliyor. Öte yandan Avrupa’da vatandaşlığa kısa dönem oturum ile gitme ihtimali olan Portekiz’de yakın zamanda mecliste onaylanan bir yasaya göre yatırımcılar 6-7 yıl beklemek yerine 5 yıl içerisinde vatandaşlığa geçiş sağlayabilecekler. Kanada Start-up Vizesi Programı ise girişimcilere ve şirketlerdeki aktif yatırımcılara ve Kanada’da varlık kurmak isteyen genişleyen işletmelere kalıcı ikamet sağlamayı amaçlıyor. Programın öne çıkan gerekliliklerinden biri IELTS5/CLP sınavlarında İngilizce ya da Fransızca dil bilgisi öne çıkıyor.
KADINLAR KÖYDE İŞ KURACAKLAR
Kadınlar köyde iş kuracaklar Sabancı Vakfı Hibe Programı kapsamında desteklenen Döngü Kooperatifi ‘Kırsalda Kadın Girişimciliği’ eğitimi düzenledi. Kadın ve gençlerden oluşan topluluk liderlerinin yetiştirilmesini hedefleyen Döngü Kooperatifi’nin İzmir’in Tire ilçesine bağlı Kahrat Köyü’nde düzenlediği “Kırsalda Kadın Girişimciliği” eğitimi büyük ilgi gördü. Tire’ye bağlı Kahrat Köyü’nde iki gün süren eğitim, Bizbize Kadınlar İçin Fikir ve Destek Derneği işbirliğinde yapıldı. Girişimcilik Uzmanı Özden Anık Tekir, hayalden karar verme aşamasına, araştırmadan hayata geçirmeye kadar iş kurarken her adımda nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlattı. Atölye çalışmasına katılan kadınlar, ekipler kurarak geliştirdikleri iş modellerini anlattılar. Proje sonunda hayalin gerçeğe dönmesi için kadınlara destek verilecek. Sabancı Vakfı Hibe Programı kapsamında destek almaya hak kazanan proje, Tire’nin Kahrat köyünde gerçekleştirilecek “Tohumdan Hasata Keten Tarımı” eğitimi ile devam edecek. Köydeki kadınlar, keten üretimi konusunda teorik bilgi alıp, tarlada ekilen keten bitkilerinin gelişimini sahada öğrenecekler. Bu proje ile kuraklık sorunu ile karşı karşıya olan bölgede susuz yetişen alternatif bir tarım ürünü olan keten bitkisi konusunda farkındalık yaratılması hedefleniyor.
KLAROS KAZILARI
Klaros'ta kazılar devam ediyor Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Onur Zunal, Ege Üniversitesi tarafından kazı çalışmaları gerçekleştirilen Menderes İlçesi sınırlarında yer alan Klaros kazı alanı hakkında bilgiler verdi. Doç. Dr. Zunal, “Klaros, Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümünün yürütmüş olduğu en uzun soluklu kazılardan birisidir” dedi. Klaros kazı alanının bulunduğu konumdan bahseden Doç. Dr. Zunal, “Menderes İlçesi sınırlarında yer alan Klaros, İonia’nın en önemli kutsal alanlarından biri aynı zamanda şu ana kadar yapılan kazı çalışmalarının gösterdiği üzere en eski kehanet merkezidir. Klaros, Menderes’in güneyinde, ovayı güneydeki Kuşadası Körfezi'ne bağlayan Ahmetbeyli Vadisi'nin taban düzlüğünde yer alır. Kla¬ros’un yer aldığı Ahmetbeyli Vadisi, Smyrna ve Ephesos kentleri arasında ulaşımı sağlayan önemli bir kavşak noktasıdır. Bir kent dışı kutsal alan olan Klaros’un bağlı olduğu ana kentleri, kuzeydeki Kolophon’a uzaklığı 13 kilometre, güneydeki Notion’a uzaklığı ise 1.6 kilometredir” dedi. Geçmişten günümüze kazı çalışmaları Kazı alanında yapılan ilk araştırmalardan bahseden Doç. Dr. Onur Zunal, “Antik metinler ve arkeolojik verilere göre İsa’dan önce 13’üncü yüzyılda kurulduğu anlaşılan Klaros’ta ilk sistemli araştırmalar 1886 yılında Carl Schuchhardt tarafından gerçekleştirilmiş, ardından ilk kazı, Theodor Macridy’nin 1907 yılında kutsal alanda alüvyon dolgunun altında kalan tek sütunun aşınmış yüzeyini görüp burada küçük bir sondaj yapmasıyla başlamıştır. 1950-1961 yılları arasında Loius Robert ve Jeanne Robert, 1988-1997 yılları arasında da Juliette de La Genière tarafından kazı çalışmaları yürütülmüştür. 2001 yılından bu yana Klaros’ta sürdürülen kazı, araştırma ve onarım çalışmaları Ege Üniversitesi öğretim üye ve elemanları tarafından devam ettiriliyor. 2001-2019 yılları arasında Nuran Şahin başkanlığında gerçekleştirilen kazılar, 2020 yılından bu yana bilimsel danışmanlığımda sürdürülüyor. Klaros, bu anlamda Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün yürütmüş olduğu en uzun soluklu kazılardan birisidir” diye konuştu. Helenistik dönemin kült heykelleri yer alıyor Klaros denilince doğal olarak akıllara ilk gelen anıtsal boyutlara sahip olan Hellenistik dönem Apollon Klarios tapınağı ve tapınağa ait kült heykeller olduğunu belirten Doç. Dr. Zunal, “Bu heykeller 6x11 sütunlu, 26m x 45m boyutlarında, peripteros planlı tapınak İonia’da Helenistik dönemde inşa edilmiş olan tek Dor tapınağıdır. İsa’dan önce 3’üncü yüzyıl başında inşa edilmeye başlanmış, İsa’dan önce 2’nci yüzyılın sonlarında, tapınağın krepisi, pronaosu, naosu ve anıtsal kült heykelleri tamamlanmıştır. Tapınak plan açısından ünik birtakım özelliklere sahiptir. Tapınağa giriş yapıldıktan sonra kuzeyde ve güneyde iki farklı merdiven yer alır. Kuzeydeki merdiven tapınağa girenler, güneydeki merdiven de tapınaktan çıkanlar tarafından kullanılmaktadır. Her iki merdivenin yerin altında yer alan tünel şeklindeki koridorla bağlantısı olup bu koridor kemerlerle desteklenmiş iki adytona açılmaktadır. Ön adyton rahip, yazman ve kehanet başvurusunda bulunanların bekleme yeri olarak kullanılmıştır. Kutsal su kuyusunun bulunduğu arka adyton ise kehanet işinin gerçekleştiği yer olup burayı sadece tanrı Apollon’un kâhini kullanmaktaydı. Tapınağın içerisinde yer alan Apollon, Artemis ve Leto kült heykelleri bir antik dönem kutsal alanında ve tapınağında bulunmuş en iyi durumda korunagelmiş ünik örnekler olarak dikkat çeker. Mermerden yapılmış heykellerin orijinal yükseklikleri 7 metre, ağırlıkları ise 25 ton civarındaydı” dedi. Kehanet merkezi: Klaros Klaros’un bir kehanet merkezi olması konusuna da değinen Doç. Dr. Zunal, “Kelime anlamı gelecekle ilgili ön görülerde bulunmak olan kehanet, Yunan pantheonunda birbirinden farklı görevleri olan tanrı, tanrıçalar arasında Apollon’un sorumlu olduğu işlerden biriydi. Kehanet, gelecekle ilgili bilgiler vermenin ötesinde Yunan toplumu için dinsel bir olgu ve zorunluluk anlamına da gelmekteydi. Özellikle tüm toplumu ilgilendiren önemli kararlar verileceği zaman mutlaka Apollon’a danışmak gerekirdi. Ayrıca kişisel meselelerini çözmek için de insanların Klaros’a geldikleri bilinmektedir. Bu anlamda Apollon’un kehanet verme özelliği, Klaros’un çok sayıda ziyaretçi almasındaki ana nedendir. Bu özelliğiyle de ön plana çıkan Klaros, İsa’dan önce 2’nci yüzyılda büyük bir üne kavuşmuş ve Roma İmparatorluğunun uzak sınırlarından pek çok kentten ziyaretçi almıştır” dedi.
2024 KÖTÜ SEÇİMLER YILI
2024 Kötü Seçimler Yılı! 2024 “tarihin en büyük seçim yılı” olarak anılıyor. ABD’den Brezilya’ya, Hindistan’dan Kore’ye kadar dünya çapında dört milyardan fazla insan (küresel nüfusun çoğunluğu) ulusal ve bölgesel seçimlerde sandık başına gidecek. Biz de Mart sonunda yerel seçimlerde oy kullanacağız… Bu seçimlerin çoğunda sağ görüşlü ve sıklıkla otoriter bir dürtüye sahip popülist politikacıların yeniden canlanacağı öngörülüyor… Popülist liderler arasında neredeyse evrensel olan bir duruş da “iklim miklim krizi yok” diyerek dünyadaki acil iklim durumuna karşı çıkmaları… “Dezenformasyon ve demagoglar… Bu sandıklardan dertlerin en büyüğü olan iklim krizine çözüm çıkmaz…” diyenlerin sayısı hiç de az değil. Sağ politikacılardan başka ne beklenir ki diyebilirsiniz… Bazı sözde solcu politikacılardan beklenen de bu zaten… Sağcı veya solcu olsun fark etmiyor… Dünya genelinde çevrecilere gösterilen popülist tepkinin iklim çöküşüne karşı mücadeleyi tehlikeye attığı kesin ve buna acilen karşı çıkılması gerek. Aksi takdirde gezegenimizde büyük bir yıkımla karşı karşıya kalacağız. Popülist liderler “dezenformasyon” ve “demagoji” peşindeler. İnsanlara net sıfır sera gazı emisyonuna geçilmez ise ne olabileceği konusunda gerçek söylenmiyor maalesef. Gerçeklerden habersiz milyarlarca insan var ve gerçekleri çarpıtan demagog politikacılar ahaliyi bilerek korkutuyor. Hatta açıkça yalan söyleniyor. ABD’de çevre konusunun en önemli ismi iken istifa eden ya da etmek zorunda bırakılan John Kerry, Londra’daki bir röportajda Guardian’a şöyle konuşmuş: “Erteliyorlar ve buradaki seçimlerinin ardındaki siyasi motivasyonlar nedeniyle tüm dünyayı riske atmaya hazır dezenformasyon kalabalığının bir parçası bunlar.” Kerry’nin bu baharda ABD iklim şefi görevinden ayrılacağı haberi Ocak ayında geldi, ancak henüz resmi bir açıklama yapılmadı. Kerry, Joe Biden’ın 2021’de göreve gelmesinden bu yana iklim özel elçisi olarak görev yapıyor ve daha önce Barack Obama’nın ikinci başkanlık döneminde dışişleri bakanı olarak görev yapmıştı. Kerry’nin şu sözleri ayrılmakta kararlı olduğunun önemli bir göstergesi: “Yaptığımız hiçbir şeyin, Başkan Biden’ın yapmaya çalıştığı hiçbir şeyin herhangi bir siyasi motivasyonu veya ideolojik mantığı yok. Bu tamamen bilime, iklime neler olduğunu açıklayan matematiğe ve fiziğe aykırı!” Her ne kadar Kerry belirli çıkar gruplarının veya politikacıların isimlerini vermeyi reddetse de, sözleri birçok kişinin, dünya çapında milyarlarca insan sandık başına giderken bu yıl ABD seçim kampanyalarında ve diğer ülkelerde iklimin silah haline getirilebileceği yönündeki endişelerini yansıtıyor. Bakalım sağ politikacılar ne yapıyorlar Beyaz Saray’da ikinci dönem Cumhuriyetçi aday olmak için kampanya yürüten Donald Trump, iklim bilimi konusunda defalarca şüphe uyandırdı ve ABD’yi Paris anlaşmasından çıkaracağına ve Biden’ın benimsediği temiz enerjiyi destekleyen politikaları geri çekeceğine söz verdi. Trump yalnız değil; dünya genelindeki sağcı partiler ve popülist liderler, iklim krizi ile mücadelenin çok pahalı olduğunu ya da hiçbir anlamı olmadığını iddia ederek iklim politikalarına karşı artan tepkiyi körüklüyor; X gibi sosyal medya platformlarının kullanıcıları ise iklim değişikliğini inkâr edenlerin yalanları ve dezenformasyonları ile giderek daha fazla bombalanıyor. Seçim şu: İklim krizinin en kötü sonuçlarından kaçınmak için bunu zamanında yapabilecek miyiz? Soru şu; açgözlü olduğun için kafanı kuma gömüp işini her zamanki gibi mi yapacaksın? Bazı ülkelerin acil iklim durumunu göz ardı ederek kısa vadeli kârları artırabilecekleri inancıyla iklim eyleminden geri adım atmaya yöneleceklerini düşünenler bence haksız değiller. Ama dünyadaki gidişat seçimi kazanmaya çalışan politikacıların anlayamayacağı şekilde kötü gidiyor. İşte size pek yeni üç gelişme: Antarktika’daki deniz buzu üst üste üçüncü yılda endişe verici düzeyde düşük seviyeye ulaştı. Kıta etrafında yüzen buzun boyutu art arda üç yıl boyunca 2 milyon kilometrekarenin altına düştü ve bu da kritik sonuçlara gebe… Antarktika’nın deniz buzu her Eylül ayında zirveye ulaşıyor, ancak geçen yılın maksimum kapsamı, önceki rekoru yaklaşık 1 milyon kilometrekareyle rekordaki en düşük seviyeydi. Bilim insanları geçen yıl buzun yeniden ne kadar az büyüdüğünü ve daha önce görülenlerin oldukça gerisinde kaldığını görünce şok oldular. BM rakamlarına göre her yıl 1,2 trilyon ton buz kaybediyoruz. İklim değişikliği gerçekleri listemizdeki bu maddenin anlaşılması zor olabilir çünkü kavrayışımızın ötesinde bir hacimle uğraşıyoruz. 1990’ların ortasından bu yana yaklaşık 28 trilyon ton buz kaybettik; bugünün erime hızı yılda 1,2 trilyon ton. Bunu daha iyi anlamanıza yardımcı olmak için, insan yapımı tüm nesnelerin toplam ağırlığının 1,1 trilyon ton olduğunu belirtelim. Bu, dünyadaki tüm canlıların ağırlığıyla hemen hemen aynı ağırlık. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre son zamanlarda hava kirliliği yılda 9 milyondan fazla insanı öldürdü… Güney Asya ve Afrika’da gelişmekte olan sıcak noktalar, önümüzdeki yıllarda kötü hava kalitesiyle karşı karşıya kalacak, ancak bir umut ışığı da var. Sigaranınkine benzer olumsuz sağlık etkilerine neden olan PM10 veya PM2.5 gibi kirletici parçacıklar aslında güneşin ısısını hapsetmek yerine yansıtır. Atmosferi 1,5 °C ısıtmaya yetecek kadar sera gazını atmosfere pompaladık, ancak ince parçacıklar şimdiye kadar sıcaklığı 1,1 °C civarında tuttu. Daha fazla güneş ışığını yansıtmaya yardımcı olmak için parçacıkların atmosfere kasıtlı olarak yayılmasını önerildi, ancak potansiyel öngörülemeyen sonuçlar bunun yapılmasını engelledi. 2023 sonunda bilim insanlarının ortak aklı şunu söylüyor: Artık doğal afetleri kesin olarak insan kaynaklı iklim değişikliğine bağlayabiliriz. Veri eksikliği ve ilişkilendirmeyi tespit etmeye yönelik gelişmiş teknikler, her aşırı hava olayıyla ne kadar ilgilenmemiz gerektiğini söylemeyi zorlaştırıyor. Ancak uzmanların, Kuzey Amerika 2023 yaz sıcak hava dalgasının 30 kat daha fazla gerçekleştiğine inandığı, Hindistan sıcak hava dalgası gibi şeyleri ne kadar olası hale getirdiğimizi artık kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Ve bunların tek nedeni var : İklim krizi! Vee… Yüzyılın sonuna gelindiğinde birçok yerde havalar yaşanamayacak kadar sıcak hale gelebilir. Bu, iklim değişikliğiyle ilgili gerçeklerimizin en büyük felaketi olabilir. Kayıp çalışma saatleri, özellikle uzun süre devam ettiğinde aşırı sıcaklığın etkilerinin yalnızca bir örneği… Diğerleri arasında tarımsal verim kayıpları, hastalık taşıyan sivrisineklerin yayılması ve artan iklimlendirme ihtiyacı ile birlikte enerji tüketimi yer alıyor. Mevcut yolda iklim değişikliği yüzyılın ortasına kadar küresel GSYİH’nın yüzde 11 ila 14’üne mal olabilir. Yüksek emisyon senaryosunda gerileme yüzde 18’lik bir kayıp anlamına gelirken, 2°C’nin altında kalmak hasarı yalnızca yüzde 4’e düşürecek. İklim değişikliğini sona erdirmenin önümüzdeki yirmi yılda 300 milyar ila 50 trilyon dolara mal olacağı öne sürüldü. Fiyat etiketi 50 trilyon dolar olsa bile, bu yılda 2,5 trilyon dolara, yani küresel GSYH’nin yüzde 3’ünün biraz üzerine çıkıyor.
RUH SAĞLIĞI
Türk Halkı için ruh sağlığı beden sağlığından daha önemli Areda Survey araştırma şirketinin Türkiye genelinde 2.024 kişiyle gerçekleştirdiği araştırmaya göre Türk halkının yüzde 73,8’i ruh sağlığını, beden sağlığından daha önemli buluyor. Katılımcıların yüzde 75,2’si inancın ruh sağlığına olumlu yönde etkisi olduğunu düşünüyor. “Ruh sağlığı beden sağlığına göre daha önemlidir” diyenler son üç yıldır düşüşte Areda Survey araştırma şirketinin Türkiye genelinde 2.024 kişinin katılımıyla gerçekleştirdiği ruh sağlığı araştırmasına göre, Türk halkının yüzde 73,8’i için ruh sağlığı, bedensel sağlıktan daha önemli bir konumda yer alıyor. Beden sağlığı önemli diyenler ise yüzde 26,2 oranında. 2022 yılından itibaren her yıl yeniden gerçekleştirilen araştırmaya göre ruhsal sağlık önemli diyenlerde azalma, bedensel sağlık önemli diyenlerde ise artış olduğu görülüyor. 2022 yılında ruhsal sağlık daha önemlidir diyenler yüzde 81,8 iken bu oran 2023’te yüzde 79,8’e geriledi. 2024 yılında ise Türk halkının yüzde 73,8’i ruh sağlığını önemli bulurken, yüzde 26,2’si bedensel sağlık daha önemlidir cevabını verdi. Araştırmaya cinsiyet özelinde bakıldığında erkeklerin kadınlara oranla ruh sağlını daha önemli bulduğu görülüyor. Erkeklerin yüzde 76,3’ü, kadınların ise yüzde 71,4’ü ruh sağlığı daha önemlidir diyor. Beden sağlığı önemlidir diyen erkekler yüzde 23,7, kadınlar ise yüzde 28,6 oranında. Yaş gruplarına göre araştırma sonuçları incelediğinde 55 yaş ve üzerindekilerin yüzde 75,1 ile ruhsal sağlığı bedensel sağlıktan daha önemli görüyor. Benzer şekilde 18-34 yaş aralığındaki genç katılımcıların yüzde 61,8’i de ruh sağlığından yana gözüküyor. Türk halkının yüzde 75,’i inancın insanın ruh sağlığı üzerinde olumlu etkisi olduğunu düşünüyor Araştırmada inancın ruh sağlığı üzerindeki etkileri de araştırılıyor ve katılımcılara soruluyor. Buna göre Türk halkının yüzde 75,2’si, inancın ruh sağlığı üzerinde etkili olduğu kanaatinde. Yüzde 17,3’ü inancın ruh sağlığı üzerinde herhangi bir etkisi bulunmadığını, yüzde 7,6’sı ise inancın ruh sağlığına olumsuz etkisi olduğunu düşünüyor. 2022 yılı verilerine göre katılımcıların yüzde 73,1’i inancın ruh sağlığı üzerinde etkili, yüzde 21,1’i olumsuz yönde etkili ve yüzde 5,8’i ise herhangi bir etkisi olmadığını düşünüyor. 2023 yılında yüzde 73’ü olumlu etkisi var derken, yüzde 19,2’si etkisiz, yüzde 7,7’si ise olumsuz yönde etkili olduğu görülüyor. Gençler yaşlılara göre inancın ruh sağlığına etkisini daha çok önemsiyor Cinsiyete göre ruh sağlığında inancın etkisi incelediğinde kadın ve erkeklerde benzer bir yaklaşım olduğu görülüyor. Kadınların yüzde 75,3’ü, erkeklerin yüzde 75’i inancın ruh sağlığına olumlu etkisi olduğunu düşünüyor. Yaş gruplarına göre değerlendirildiğinde 35-54 yaş aralığı yüzde 83,1 ile inancın ruh sağlığına olumlu yönde etkisi olduğunu belirtiyor. Ardından yüzde 78,4 ile 18-34 yaş grubu yer alıyor. 55 yaş ve üzerinin yüzde 59,8’i inancın ruh sağlığına olumlu yönde etkisi olduğunu düşünüyor ve yüzde 32,2’si ise inancın ruh sağlığına etkisi yoktur diyor. Araştırmanın Metodolojisi Türkiye genelinde 2.024 kişinin katıldığı ve 25 - 29 Ocak 2024 tarihleri arasında yapılan araştırma, kantitatif araştırma yöntemlerinden CAWI tekniği ile “Areda Survey’in Profil Bazlı Dijital Paneli” kullanılarak gerçekleştirildi
DÜŞLERDEN GERÇEĞE ERCAN TUTAL İLE SÖYLEŞİ
Düşlerden gerçeğe ENGELLER BİR BİR AŞILIYOR Kafe Kariyer’de bu kez Gülhan Berkman Yakar'ın söyleşi konuğu deneyimli bir sosyal girişimci, Alternatif Yaşam Derneği Kurucusu ve Düşler Akademisi lideri, sevgili Ercan Tutal. Kendisinden, deneyimlerinden öğrenmek istediğim o kadar çok şey var ki, hemen söyleşimize başlıyoruz. Ercan bey, son yıllarda “sosyal girişimcilik” ve “sürdürülebilirlik” öne çıkan konular arasında, ama siz yıllar önce bu kavramların altını doldurmayı başarmışsınız. Yirmi yedi yıldır, hiç durmadan sosyal sorumlulukla çalışmak... Önce bu nasıl mümkün oldu? diye sormak istiyorum. Yirmi yedi yıl önceki kararlı bir adım ve birkaç kişinin birlikte yürüyüşü, derken bu heyecanlı girişken arkadaş topluluğu uluslararası bir gönüllü ordusuna dönüştü akıp geçen yıllar içinde. Coşarak yükseldiğimiz de oldu, paldır küldür tökezlediğimiz de! Kendimizden başlayan değişimin topluma yayılmasını ve belki de başta uçuk kaçık sayılabilecek fikirlerin kalıcı kurumsal uygulamalara dönüşmesini istedik… Harika bir özet oldu ama biraz daha detaylı anlatmanızı rica edeceğim bu süreci… Sizi ve gerçekleştirdiğiniz düşleri anlamak için en baştan başlayalım mı? O zaman Tübingen Üniversitesi’nde İngiliz ve İtalyan Dili Edebiyatı okuduğum 1995 yıllarına kadar gitmek gerekiyor. İlk projem olan “Dalmak Özgürlüktür”ün zihnimde oluşmaya başlaması o yıllara uzanır. O dönem Almanya’da toplumsal yaşamda engellilerin varlığı hakkında önemli farkındalıklar yaşadım. Havuzda, kütüphanede, diskoda, otobüste, metroda, işyerlerinde, spor sahalarında ve sokaklarda hemen her yerde farklı engel grubundan bir kişiye rastlanabiliyordu. Almanya’da engelli bireyler, rahatlıkla diğer vatandaşların kullandığı tüm anayasal, insani ve medeni haklardan tam ve eşit olarak yararlanabiliyorlardı. Hatta farklı ihtiyaç grupları için özel çözümler de üretilmiş, onlarca sosyal yaşam alanı herkese eşit şekilde kapılarını açabilmişti. Engellilerin yönettiği ve yüzde 100 istihdam edildiği üretim birimleri, atölyeler, fabrikalar; ağır engellilerin aile üzerindeki yükünü alan ve yaşam garantisi sunan “yaşam evleri”, federasyonlara bağlı onlarca spor kulübü, tatil köyleri, oteller, yurtlar ve özellikle de toplu taşımacılık çözümleri… Hepsi örnek alınacak şekilde önümde duruyorlardı. Hep sosyal konulara duyarlığı olan ve ötekini dert edinen biriydim. Hatta bütün çocukluk ve gençlik yıllarımda bile... Ama özel olarak engelliler, bildiğim bir alan değildi. Bütün bu farkındalık ve bilinç oluşumunun ardından, o yıllarda ülkemdeki mevcut durumu da bizzat araştırınca zihnimde yepyeni bir yaşam hedefi belirmiş oldu. Yaşam hedefiniz haline gelen; ülkemizdeki engellilerin yaşamlarını değiştirmek için öncülük yapma konusunda hangi adımlarla ilerlediniz? Sizi tanırken bir yandan da “sosyal sorumluluk projesi” nasıl gelişir ve gerçekleştirilir? Öğrenmiş olalım. Gandhi der ki; “Dünyada görmek istediğiniz değişiklik ne ise o olun.” Ben de öncelikle konu hakkındaki araştırmalarımı derinleştirip, daha çok okuyarak, detaylı gözlemler yapıp, kişisel ilişkilere de girerek, yaşam paylaşımlarımı zenginleştirmeye çalıştım. Sakatlığa ve dolayısı ile engelliliğe neden oluşturan konulara baktığımda, genetik bozukluklar, trafik vb kazalar, doğum hataları, yetersiz beslenme, yanlış ilk yardım, akraba evlilikleri, kötü alışkanlıklar... Liste uzayıp gidiyordu. Yıl 1997, 700 milyon engellinin 100 milyonu sadece yetersiz beslenme nedeniyle bu “büyük azınlığın” sıralamasına giriyordu.Masalarımızdaki yemek artıklarımızı, yemek seçme şımarıklıklarımızı düşününce yüzüm kızarıyordu. Bu rakamlar, neredeyse tüm ülkeler için yaklaşık oranlardaydı. Gelişmiş ülkelerde yüzde 8 civarıyken daha az gelişmiş, geri bıraktırılmış ülkelerde, bu oran yüzde 15'lere yaklaşıyordu. Evet, öğrendiklerim ve deneyimlerim beni dönüştürmeye başlamıştı artık… Şöyle bir özetlemek istiyorum; önce bir toplumsal sorunun farkına vardınız, ardından bu konuda detaylı bir şekilde araştırma yaparak, deneyimleyerek kendinizi geliştirdiniz. Problemin çözümleri orada yaşamın içinde zaten önünüzde duruyordu. Peki, daha sonra nasıl ilerlediniz? Sırada netleşen bilinç düzeyinin dayattığı dışavurum, görev yüklenme ve çözüm üretme sorumluluğu vardı. Ve ben bu sorumluluğu yüklenmeye hazırdım. Tanımını yaptığım sorunun çözümü için attığım bu ilk adımlarla bin millik yolculuğum başlamıştı. Yolun adı; doğuştan veya sonradan sakatlıkları, hastalıkları olan, fiziksel-zihinsel-işitme ve görme eksiklikleri olan ve sadece bu gerçeklikleri nedeniyle en temel yaşam hakları elinden alınmış büyük bir azınlık için çözüm üretmek ve bu önermelerin aktif yürütücüsü olmaktı. Artık yaşam hedefimi belirlemiş ve bu yeni yolculuğun kıyafetlerini üzerime giymiştim. Ülkeye dönmek ve bu kararlılıkla, bir yerden çalışmaya başlamak gerekiyordu. Oldukça büyük bir hedef belirlemişsiniz. Hem de bu hedefi yaşamınızın merkezine alarak… Bu çok yönlü hedefe nereden başlayacağınızı nasıl belirlediniz? Türkiye'deki mevcut durumun gerçek boyutunu kısa süreli gelip gidişlerden farklı olarak ancak kesin olarak döndüğüm gün daha iyi kavramaya başladım. Önce bu konularla ilgili resmi kurumları, dernekleri, vakıfları, spor kulüplerini ve rehabilitasyon merkezlerini gezmeye, somut bilgi ve veri toplamaya çalıştım. Bir yandan engelli haklarını, uygulanıp uygulanmadıklarını, rehabilitasyon hizmetlerinin seviyesini, sosyal olanakların çeşitliliğini ve katılım oranlarını, sportif faaliyetlerdeki düzeyi, şehir mimari yapısındaki engelleri yakından görmek, öte yandan atacağım adımların somut durumlara uygun olmasını istiyordum. Toplumun genelinde duyarsızlık ve damgalama en üst düzeydeydi. Engellilik konusuna ilişkin neredeyse hiç bir kaynak yoktu ve literatür eksikliği bir yana, kullanılan terminoloji çağdışıydı. Konu ne olursa olsun standart yoksunluğu en çok göze çarpan konuydu. Uluslararası standartların adı bile geçmiyordu. Engelliler öncelikle eğitim, devamında üretim ve sonrasında da tüm sosyal yaşam süreçlerinden kopuktu. Onlar yoktular, görmezden geliniyorlar ve dışlanıyorlardı. Sorunların tanımını yapıp çözümler üretebilmek için yolculuğa çoktan çıkmış bir gönüllü nefer, sosyal girişimci veya duyarlı vatandaş –her ne dersek diyelim– olarak çaldığım kapılar hep yüzüme kapandı. Resmi kanallarda hiç bilgi, veri, kaynak, temsil yetkisi ve muhatap yoktu. Dernek ve vakıflar rahatlarının bozulmasını istemiyorlardı. Rehabilitasyon merkezleri ve akademisyenlerin ise kendileri dışında birilerinin çözüm üretmeye çalışmasına pek tahammülleri yoktu. Bu kapılardan hep geri dönmek zorunda kaldım. Defalarca!... Çok zor olmalı… Hem yaşamınızın hedefi haline getirdiğiniz bir konu var, hem de tüm kapılar yüzünüze kapanıyor. Bu durumda, nasıl vazgeçmediğinizi, devam etmek için gücünüzü nereden ve nasıl toparladığınızı da çok merak ediyorum. Bu koşullar altında, vazgeçmek veya umutsuzluğa kapılmak yerine, sonuçları ve yaşadıklarımı analiz ederek elimde neler var diye baktım. Kendi kaynaklarıma odaklanmayı tercih ettim. En güçlü destek hep ailemden ve yakın arkadaşlarımdan geldi. Sağlam bir kaleniz varsa yıkılmıyorsunuz. Çünkü çok belliydi ki; henüz bu konudaki yeniliklere hazır değildi ortam. Doğru alan ve araç seçimi beni hızlandıracaktı. “Toplumsal değişim için spor” yaklaşımı ile spor aracılığı ile buzları kırabilir, uyuyan devi uyandırabilirdim. Engellilerin Türkiye’de hiç erişemediği, hatta bilmediği bir alan olduğu için de dalışı araç olarak kullanıp Engellileri sokağa, aktif yaşama çekme girişimi olarak " DALMAK ÖZGÜRLÜKTÜR" ü başlattım. Neden dalışı tercih ettiniz? Çok riskli de bir alan gibi geliyor bana; engellilerle dalmak, onlara bu eğitimi vermek, bunlar da çok büyük sorumluluk değil mi? Ben zaten dalgıçtım, suyun altında özgürlüğün ve eşitliğin olduğunu, tekerlekli sandalyenin, koltuk değneğinin ve beyaz bastonun hükmünü yitirdiği, engelsiz bir dünya olduğunu biliyordum. Tabii ki engellilere yönelik ücretsiz dalış eğitimlerine başlamadan önce, bir yıl boyunca kendimi özel olarak engelli dalışı konusunda donattım. Uluslararası tüm eğitimleri, sertifikaları ve yetkileri aldıktan sonra başlattım süreci. Projede aktif görev alabilecek eğitmen ve asistanların eğitimini de projeyle beraber yürüttüm. Dalış sporuna dair uluslararası standartları yaygınlaştırmak ve istenirse her şeyin yapılabileceğini göstermek istiyordum. Demek ki bildiğiniz ve hakim olduğunuz yerden başladınız. Sizin dediğiniz gibi evet belki engelsiz bir dünya sualtı... Suyun altı öyle olsa da, suyun üstünde pek çok engel var yine de… O engelleri nasıl aştınız? Evet, dalış konusunda en uzman kişi olmayı başararak sürece başladığım için, bana kimse tersini söyleyip engel olamadı. Öncelikle konaklama ve etkinlik alanlarını tekerlekli sandalye kullanıcıları için uygun hale getirdik. İlk dalış adaylarının sualtı dünyasının büyüsü ile buluşması böyle mümkün oldu. Bulunduğumuz çevreden başlayarak ilk kıvılcımı yakmıştık. Evden çıkamayan, yok sayılan, yaşam alanlarında görmeye alışmadığımız ve ön yargılarla dışladığımız “umacılar” sokağa çıkmıştı ve hatta dalış yapıyorlardı. Yakın toplumsal çevrede ve özellikle medyada farkındalık oluşturdu bu girişimler ve defalarca ulusal medyada ana haberlerde yer aldık. Sonrasında da çevre halkı, esnaf ve kurumlar kapılarını ve kalplerini açmaya başladılar. Bu çalışmalara onlarca değişik engel grubundan kişi katıldı. Sertifikalarını aldı ve denizler dünyasının gizemi ile tanıştı. Engelli dalışları ilk havuz çalışmaları olarak İstanbul’da başladı ama esas ivmelendiği ve engellilerin denizle buluştuğu yer Kaş oldu. Sonrasında çok büyük etki yaratan Kızıldeniz’de bir belgesel de gerçekleştirdiniz değil mi? Ben de Youtube’dan izledim. Muhteşem bir deneyim olsa gerek. Hatta “dönüşüm“ demek daha doğru olur. Bunu yaşamak, yaşattırmak nereden aklınıza geldi? Değişen, iyileşen ve özgürleşen hayatlar çektiğimiz belgeselin hem konusu hem ödülüydü aslında. J.M.Cousteau’nun 1997 yılında Fiji Adaları'nda altı engelli birey ile yaptığı dalış, benim ilham kaynağım oldu. J.Michel’ın bir dergiye verdiği röportajı okumuştum, orada; “Okyanusun iyileştirici ve özgürleştirici gücünü keşfettik” diyordu. Bu keşif bizim de düşlerimizi süsledi. Tam bir yıl boyunca bu proje için sponsor aradım. Sonunda Whyte İlaç firması, Kızıldeniz’de yapacağımız dalış gezisi ve belgesel çekimimize destek oldu. Oraya 18 kişilik bir profesyonel ekip ile gittik. Bu deneyimi yaşayan engelli dalgıçlarımız; Mutlu, Ersoy, Gülçin, Berna, Ayhan ve Safinaz orada büyük bir dönüşüm yaşadılar. Belgeselde de anlatıyorlar… “Dalmak Özgürlüktür” belgeseli televizyonlarda günlerce ana haberlerde yayınlandı, belgesel kuşağında gösterime girdi, uluslararası yarışmalarda ödüller aldı, fotoğrafları defalarca sergilendi, seminerlerde kongrelerde konu oldu, belgesel film festivallerinin özel gösterimlerinde ülkeleri dolaştı. Artık sadece çalışmaya katılanlar ve yakın çevreden gözlemleyenler değil, tüm Türkiye ve hatta dünya dalış camiası engellilerin "fırsat sağlandığında" neler yapabileceğini ve zaten yapabiliyor olmaları gerektiğini görmüş oldu. Sizin de izlediğiniz gibi, dileyen Youtube’dan belgesele ulaşabiliyor. Anlıyorum ki; suyun iyileştirici ve özgürleştirici yanıyla dalgıçlar yetiştirirken, bu büyük toplumsal problemin doğru ele alınması ve çözümler üretilmesi için de “suyun kaldırma kuvvetini” kullanarak büyük bir etki yaratmayı başarmışsınız. Evet dalış yapmak; suyun kaldırma kuvvetinden ve hem dinamik hem meditatif özelliklerinden yararlanarak, beyaz bastonları, tekerlekli sandalyeleri, koltuk değneklerini, korku ve kaygıları kıyıda bırakıp özgürleşmek olmuştu. Yüzlerce engelli genç artık “düşlerini bile kurmadıkları” bir dünyanın güzellikleriyle tanışmış, özgüvenlerini pekiştirmiş ve sosyal yaşamın aktif bireyleri haline gelmişlerdi. Ama burada durmadınız ve yeni kapılar açıp, toplumsal dönüşüm için yeni modeller üretmeye devam ettiniz ki ; bugün burada farklı çalışmalar ile yolculuğunuz sürüyor… Sanıyorum 2001 yılındaydı Kızıldeniz’de çektiğiniz belgesel. Merak ediyorum sonra süreç nasıl devam etti ? Daha sonra Avrupa’daki neredeyse tüm engelli spor federasyonlarını gezip hangi spor branşlarını hangi yöntemlerle uyguladıklarını öğrenmeye çalıştım. Araştırmalar, özel sohbetler ve kaynaklar arasından yeni bilgiler edindim. Çok zengin uygulamalar ve onlarca değişik spor branşı vardı. Engelli sporu ülkemizde 3-4 branş arasında sıkışmışken hemen tüm Avrupa ülkelerinde 50'den fazla farklı spor etkinliği olimpik standartlarda yapılıyordu. Bütün bu etkinliklerle ülkemizdeki engelli ve dezavantajlı gençleri buluşturmak gerekiyordu. Bu hem de öyle bir şekilde yapılabilirdi ki, spor, eğitim, entegrasyon ve tatil bir arada yaşanabilsin. Bu tanımın adı; Alternative Camp’tı. 2002 yılında bütün direnişlere, karşı koymalara, ekonomik olanaksızlıklara rağmen birkaç duyarlı işinsanının desteği ile Alternative Camp Bodrum’da açıldı. Kamp konsepti tamamen gönüllülük üzerine oturuyordu. Dünyanın en uzak köşelerinden bile konuya ilgili gençler uzun dönemli gönüllülük hizmetinde bulunmak, staj yapmak, kredi notlarını yükseltmek ve kariyer yolculuklarında önemli adımlar atmak için, kampımıza geliyordu. Bir yandan uluslararası gönüllü gençlik, diğer taraftan üniversitelerimizden gelen gençlerimiz ve yaşamlarında ilk defa tatile çıkan, ilk defa havuz ve deniz gören, ilk defa yabancı bir kişi ile tanışma fırsatı bulan, ilk defa dalış yapıp ata binen, kano kullanan, duvar tırmanışı yapan, ilk yardım eğitimi gören ve hatta ilk defa dans eden engelliler... Görme engelli Samsunlu gençler ile büyük bir keyifle domino oynayan İspanyol gönüllü… Mardin’den gelen ve hayatında hiç diskotek görmemiş ve dans etmemiş tekerlekli sandalyedeki genç ile dans eden Japon gönüllü,.. Tam bir entegrasyon gerçekleştirilmiş... Kampta katılımcılar için her şey ücretsiz mi gerçekleşiyordu? Ya da maliyetler nasıl karşılanıyordu? Evet. Alternative Camp, “hizmeti satın almak değil, onu üretmek” felsefesi ile sürdürülebilir, yeni ve alışıldık olmayan ama projeyi kalıcı kılan bir sistem kurmuştu. Onlarca duyarlı özel sektör temsilcisi firma ve birey sponsor oldu. Birçok ulusal-uluslararası ödül aldı. Dünya Genç Girişimcilik Yarışması'nda “Sosyal Sorumluluk” dünya birincisi oldu. UNDP tarafından “Gençlik İçin İyi Örnek Ödülü” aldı. Ve daha bir dizi ödüllendirmenin ve akreditasyonun öznesi oldu. Yapılan çalışmalar televizyonlarda, gazetelerde haber oldu. Seminerlerde, kongrelerde ve üniversite sunumlarında yer aldı. Ege Denizi’nde Bodrum’da başlayan rüzgârın ülkenin tüm bölgelerine yayılması çalışmasını da sürdürdük ve değişik dönemlerde Van, Sinop, Artvin, Fatsa, Antalya, Kaş, Fethiye, Kazdağları ve İzmir‘de kısa ve uzun dönemli bölgesel kamplar da yaptık. Alternative Camp’a 2002’de başladınız hala devam ediyor. Oldukça uzun bir süre, katılımcılar, projeleri tanıyan gençler, sizden aldıkları ilhamla, farklı alanlarda pek çok proje de gerçekleştirebilir diye düşünüyorum. “Alternative Camp” ile arzu ettiğiniz büyüklükte kitlelere katkı sağlamayı başardınız öyle değil mi? Gerçekten de öyle. Kampımızda yerli, yabancı engellilere yönelik çalışan 150 kuruma ev sahipliği yaptık. Son 6 yıllık uygulama süresince kampa 5 binden fazla engelli ve sosyal dezavantajlı insanımız ücretsiz olarak katıldı. 700 gönüllü için kariyer yolculuklarının önemli bir dönüşüm noktası oldu. Sonuçta kamplardan geriye değişen yaşam hedefleri, kazanılan özgüven, üretkenliğe dönüşen yeni atılımlar, ataletten kurtulan ve hatta iyileşen bedenler, özgürleşen ruhlar kaldı… Evet, Alternative Camp, engelsiz toplumsal yaşamın öncü modeli ve dinamik bir uygulaması olarak kalıcı toplumsal dönüşüm hedefinde doğru yolda olduğunu bilerek şimdi de Urla’yı üs edinerek yoluna devam ediyor. Hem merak ettiğim için hem de sosyal fayda yaratmayı hedefleyen bireylere ilham olması bakımından hikayenizin en başına döndük .Böylece en temel motivasyonunuzu ve süreci aktarmış olduk. Biliyorum ki süregelen pek çok proje var. Örneğin engelli bireylerin sanata erişimi ve eğitimleri için gerçekleştirdiğiniz Düşler Akademisi ve pek çok proje var onları da kısaca anlatır mısınız? Düşler Akademisi ilk olarak 2008 yılının Kasım ayında İstanbul’da bir düş olmaktan çıktı ve gerçek haline geldi. Bu önemli proje Türkiye Vodafone Vakfı, Alternatif Yaşam Derneği (AYDER) ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) işbirliğinde hayata geçirildi. 2010-2022 yılı arası Ataşehir de Düşler Akademisi devam etti kendi binamızda ve hiç ara vermeden, yaz kış 365 gün açık olarak, hafta sonları dahil. Konservatuvarların, resmi ve özel okulların kapılarından hiçbir gerekçe gösterilmeksizin -sadece görmediği ya da az gördüğü, işitmediği, konuşamadığı veya tekerlekli sandalyede olduğu için- geri çevrilenlerin düşlerini gerçekleştiren bir yer oldu. Hem de hiçbir ücret almaksızın... Hiçbir elitist, seçkinci yaklaşımda bulunmadan, ayırımcılık yapmadan... Binlerce kişinin sanata dokunmak, anlamak, öğrenmek ve üretmek isteğinin önündeki tüm engelleri kaldırarak. Bu proje çok üretken; çıktıları ve etkileri çok yüksek bir girişim olduğu için bünyesinden alt projeler, sosyal girişim ve işletmeler doğdu; Social Inclusion Band, Düşler Mutfağı, D-Film, Düşler Kumpanyası, Best Buddies Turkey, Kariyer Kapısı, Değişim Garajı, SortyApp, WOS (World of Silence). 2014 yılında Kaş'ta bir Köy Akademisi konsepti ile yeni versiyon "Düşler Akademisi" kurduk. Alternative Camp'ı da bu tesise taşıdık. Her iki büyük projemiz birbirini tamamlayarak devam etti ve hala da öyle devam ediyor. 2016 – 2022 arasında bir çok alt proje ve program geliştirip uyguladık. Hepsinin marka patenti bize aittir; SHERO, Kızlar Atakta, The Tarla, eyLAB, SDGgoCanvas, RescueTeam, Sesim Elim App. 2018 de Kosova'da “Dreams Academy/Kosova”yı kurduk. 2022 yılında Kaş'taki tesisten ayrıldık. 2023 yılında da İzmir Urla da aynı sistemi tekrar kurduk. Yeni projeler gelişerek devam ediyor. Her birini tek tek konuşmak isterdim, ne çok konu, ne çok proje… Sosyal sorumluluk, sosyal girişimcilik, liderlik, olumsuzluklara rağmen yılmadan, usanmadan çalışmak, örnek olmak, katkı sağlamak… Teşekkürler Ercan Tutal. Yolunuz açık olsun. Sevgiyle Kalın.
YAŞANAN ŞARKILAR
Art Garfunkel ve "Sound of Silence"ın öyküsü Simon ve Garfunkel'in "Sound of Silence" adlı şarkısı tüm zamanların en iyi şarkılarından biri ve Art Garfunkel'in görme yetisini kaybeden üniversitedeki oda arkadaşı Sanford "Sandy" Greenberg'den ilham alınarak yazılmış ve bestelenmiş. 2020'de yayınladığı anı kitabında Sandy Greenberg, geleceğin müzik ikonunun görme yetisini kaybettiğinde kendisine nasıl kitap okuduğunu ve iki oda arkadaşının her zaman birbirlerinin yanında olma yeminini anlatıyor. 1970'lerde Art ve Sandy Greenberg, New York'taki Columbia Üniversitesi'nde öğrenimlerinin ilk haftasında birbirleriyle tanıştıklarını söylüyor. "Argyle tipi kazak ve fitilli kadife pantolon giyen, sarı saçlı genç bir adam yanıma geldi. 'Merhaba, ben Arthur Garfunkel' dedi. Her gece birlikte üniversite yurt odamızın penceresinde dua ederdik. Onun dua ederken sesinin güzelliğini duyan herkes hayrete düşerdi. Ergenlik çağındaydık ve zor zamanlarda her zaman birbirimizin yanında olacağımıza söz verdik." Greenberg, 1959'da üniversitede beşeri bilimler dersinden çıktıktan sonra en yakın arkadaşı Arthur'la New York City'deki Amsterdam Bulvarı boyunca yürüdüklerini hatırlıyor. Yürüyüş sırasında arkadaşı gözüne çarpan bir şeye dikkat çekmek için duruyor. Greenberg, Arthur'un "'Sanford, sana bu çim parçasını göstermek istiyorum ve ona dikkatli bakmanı istiyorum" dediğini hatırlıyor. “İlk başta şaşkına döndüm, sonra Art bana ışığın renklerin güzelliğini ve karmaşıklığı nasıl aydınlattığını gösterdi. Kesinlikle büyülenmiştim.Tanıdığım hiç kimse, cılız bir çim parçasına hayranlıkla bakmaya zaman ayırmazdı.” Greenberg'in üniversitedeki oda arkadaşı, yakında dünyanın geri kalanı tarafından pop-folk ikilisi Simon & Garfunkel'in yarısı olan Art Garfunkel olarak tanınacaktı. Bu paylaşılan anı ironik çünkü iki yıldan kısa bir süre sonra Greenberg kör olacaktı. Körlük ve Art'ın dostluğu Greenberg, bir söyleşisinde şunları anlatıyor: "İlk yılımdan hemen önce bir beyzbol maçında atış yapıyordum. Yedinci atışta birdenbire gözlerim çok buğulu hale geldi ve vurucuya konsantre olmakta zorlanıyordum. Kenar çizgisine doğru tökezledim ve yere düştüm." Bir göz doktoru Greenberg'e alerjik konjonktivit teşhisi koydu. Biri "etkisiz" olarak nitelendirdiği ve diğeri topikal steroidlerle olmak üzere iki tedaviden sonra durumu kötüleşti. Farklı bir doktor, aslında glokom hastası olduğunu ve önceki tedaviler nedeniyle yakında kör olacağını söyledi. Babası Albert, 1939'da Holokost'tan kaçmak için Amerika Birleşik Devletleri'ne taşınmış bir terziydi, ancak Greenberg henüz 5 yaşındayken öldü. Annesi yeniden evlendi ve ikinci kocası Carl'dan üç çocuk büyüttü. Ailenin maddi olanakları pek parlak değildi. Sandy depresyona girerek üniversiteyi bıraktı ve avukat olma hayalinden vazgeçti. “Kimseyle görüşmüyor, kimseyle konuşmuyordum. Ve sonra beklenmedik bir şekilde Arthur benimle konuşması gerektiğini söyleyerek yanıma geldi. 'Geri döneceksin, değil mi?' dedi. Ben de 'Hayır. Dönmeme imkan yok.'diye cevap verdim. Oldukça ısrarcıydı ve sonunda şöyle dedi: 'Bak, anladığını sanmıyorum. Sana orada ihtiyacım var. Yaptığımız anlaşmayı hatırla, zor zamanlarda birbirimizin yanında olmayacak mıydık. Ben sana yardım edeceğim'." Greenberg, "Merhaba Karanlık, Eski Dostum" adlı anı kitabında, Garfunkel'in kendisini umutsuzluk çukurundan çıkardığını ve henüz 20 yaşında kör bir adam olarak hayata yön vermeye başlamasına yardım ettiğini anlatıyor Merhaba karanlık, benim eski dostum Greenberg, Garfunkel hakkında "Bana yardım etmek için tüm alışkanlıklarını değiştirdi. Beni şehirde gezdirir, sınıfıma kadar eşlik eder, kayıt cihazımı tamir etmeme yardım ederdi. En önemlisi bana düzenli kitap okurdu. Odaya girip 'Sanford, Karanlık bugün sana İlyada'yı okuyacak' ya da 'Sanford, Karanlık bugün sana okuyacak' derdi. Sesi karanlığın içinden çıkıyordu. Kendine Karanlık adını verdiği için kitabımın başlığının bu olmasına karar verdim.” “Sessizliğin Sesi”ni yazmak Garfunkel, "Sound of Silence" şarkısını yazarken ilham kaynaklarından biri olan olayı lise arkadaşı Paul Simon'a şöyle anlatmıştı: Art ve Sandy bir gün okuldan eve gitmek için New York merkez tren istasyonuna geldiklerinde, Art aniden sınav notlarını okulda unuttuğunu ve Sandy'nin onun yardımı olmadan eve yanlız dönmesi gerektiğini söyleyerek yanından ayrılmış. Kalabalık istasyonun ortasında şaşkın vaziyette kalan Sandy, paniklemesine rağmen bir süre durduktan sonra alıştığı seslere doğru yürümeye başlayıp birkaç kez yardım da isteyerek dönüş trenine binmiş. Sonrasında durakları sayıp doğru durakta inmiş ve adım sayıp yardım alarak evin kapısına kadar gelmiş. İşte orada bütün yol boyunca onu takip etmiş olan Art "Stan, yol boyunca 'Karanlık' yanındaydı. Ama sen yalnız da olsan başarıyorsun" diyerek dostunun koluna girmiş. “Arthur, ancak bunu yapabileceğimi kendime kanıtlayabildiğimde gerçek bağımsızlığa sahip olabileceğimi biliyordu. Ve işe yaradı çünkü bundan sonra her şeyi yapabileceğimi hissettim. O an benim bambaşka bir hayatı korkmadan, şüphesiz yaşamama sebep olan kıvılcımdı. Bu nedenle arkadaşıma çok teşekkür ediyorum” diye anlatan Greenberg sonunda Columbia'dan mezun oldu ve Harvard Üniversitesi'nde doktora derecesi aldı. Lisedeki kız arkadaşı Sue ile evlendi. Greenberg, bir gün arkadaşına borcunu ödeme fırsatı buldu: "Mezun olduktan ve Oxford'a gittikten sonra Arthur'dan bir telefon aldım. 'Arkadaşım Paul ile bir şarkı kaydı yapacağız 400 dolara ihtiyacım var' dedi. Daha sözünü bitirmeden parayı alacağını söyledim. Sue ve benim hesabımızda 404 dolar vardı ve hemen gönderdik.” 1964'te 400 dolar ile kaydı yapılan albüm ilk zamanlar bir fiyaskoydu. Ancak ertesi yıl single olarak yayınlanan “The Sound of Silence” adlı parça dünya çapında 1 numaraya yükseldi. “Sessizliğin Sesi çok şey ifade ediyordu çünkü 'Merhaba Karanlık' sözleriyle başlıyordu ve bu Karanlığın şarkısıydı. Columbia'ya kör olarak döndükten sonra bana kitap okuyan adam" diyor Sandy. Simon & Garfunkel daha sonra Bridge Over Troubled Water ve Mrs. Robinson gibi hit parçalarla çıkış yaptı ve bugün genç kuşaklar tarafından bile keyifle dinlenen şarkıları var.
DEVLET SİVİL TOPLUMA KAPILARINI KAPATIYOR
Sivil alan daralıyor, devlet sivil topluma kapılarını kapatıyor Sivil Toplum Geliştirme Merkezi, Türkiye’deki sivil toplumun durumunu örgütlenme özgürlüğü ve katılım hakkı bağlamında değerlendirdiği izleme raporunu yayınladı. Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri: Örgütlenme Özgürlüğü ve Katılım Hakkı başlıklı rapor yasal düzenlemelerin sivil toplumun hareket alanını kısıtladığını, devletin kapılarının ise sivil topluma kapalı olduğunu gösterdi. Rapor sivil toplum örgütlerinin devlet baskısı dışında, sözlü tacizden silahlı saldırıya kadar farklı biçimlerde tehdit altında olduğunu ortaya koydu. Raporun sonuç bölümünde ise hak temelli çalışan sivil toplum örgütlerinin sivil toplumun ümidi olmaya devam ettiği söylendi. Mevzuat STÖ’leri zorlamaya devam ediyor Kuruluştan üye kaydına kadar hemen her başlıkta sorun yaşanıyor. Raporda uzun süredir dile getirilen sivil alandaki daralmanın devam ettiği hatırlatılırken, araştırma bulguları her 5 sivil toplum örgütünden birinin yasal düzenlemelerden kaynaklı zorluk yaşadığını gösterdi. Derneklerin kuruluşu sırasında kanunda yer almamasına rağmen STÖ’lerden ek belge istenirken, araştırmaya katılan STÖ’lerin %21’i ise kayıt sırasında siyasi kriter çerçevesinde davranıldığını belirtti. Araştırma, 2020 yılında Dernekler Kanunu’nda yapılan üye bildirim yükümlülüğüne dair değişikliğin olumsuz etkilerinin de devam ettiğini ortaya çıkardı. Araştırmaya katılan derneklerin %12’si üye bildirim zorunluluğu nedeniyle sorunlar yaşadığını dile getirdi. Zorunluluk sonrasında dernek üyeliklerinde 4 milyona yakın bir düşüş yaşandı. Sayılar iç açıcı değil Türkiye’deki STÖ sayısı Avrupa’nın gerisinde. İzleme çalışması Türkiye’de en yaygın sivil toplum örgütü yapısının dernekler olmaya devam ettiğini gösterdi. İçişleri Bakanlığı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğünün kayıtlarına göre Türkiye’de 101 bin 806 dernek faaliyet gösteriyor. 2022’de Almanya’daki STÖ sayısı 620 bin olurken, Fransa’da sayı 1 milyon 500 bine kadar çıktı. Avrupa ülkeleri arasında nüfusuna oranla STÖ varlığı bakımından İskandinavya ülkeleri açık farkla önde yer aldı. 2022 verilerine göre Danimarka’da 100 bin ve Finlandiya’da ise 108 bin 96 dernek faaliyet gösteriyor. Araştırma kişi başına en fazla dernek ve vakfın Ankara’da olduğunu gösterdi. Ankara’da 542 kişiye bir dernek düşerken, kişi başına en az dernek düşen iller ise Şanlıurfa, Mardin, Diyarbakır ve Van oldu. Sivil alan gönüllü katkılarla var olmaya çalışıyor Türkiye’deki toplam istihdamın sadece yaklaşık %0,3’ü sivil toplum örgütlerinde yer alırken, izleme çalışması kapsamında yapılan saha araştırmasına katılan STÖ’lerin %77’sinde tam zamanlı çalışan bulunmadığı belirtildi. Raporda sivil toplum örgütlerinin kaynak yaratma olanaklarının sınırlı olduğu, örgütlerin büyük ölçüde üyelerin aidatlarıyla ayakta kalmaya çalıştığı ve mevzuattan kaynaklı sorunların etkisiyle yardım ve bağış toplamakta zorlandığı ifade edildi. İzleme çalışması kurumsal yapısı güçlü örgütlerin daha fazla çalışanı olduğunu ortaya koyarken, Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin profesyonelleşmeden uzak olduğu ve örgütlerin gönüllü katkılarla var olmaya çalıştığı söylendi. Çalışma derneklerin mali kaynaklardan da yoksun olduğu gösterdi. Anket çalışmasına katılan örgütlerin yarısına yakınının geliri 10.000 TL’nin altında kalırken, Türkiye’de STÖ’lerin kaynak yaratma olanaklarının çok sınırlı olduğu, STÖ’lerin temel gelir kaynağı olan üye aidatları ve bağışların yetersiz olduğu belirtildi. Kamu kaynaklarının dağıtımı adil değil Raporda kamu fonlarından çok sınırlı sayıda sivil toplum örgütünün faydalandığı, uluslararası kaynaklara erişebilen örgüt sayısının az olduğu ve kaynaklara ulaşabilenlerin ise hedef gösterildiği söylendi. Araştırmaya katılan her dört STÖ’den biri ise kamu kaynaklarının dağıtımında alınan kararları adil bulmadığını söyledi. STÖ’ler inatla çalışıyor Raporun değerlendirme bölümünde kaynak yaratma sorunlarına, baskıya ve olumsuzluklara karşın hak temelli çalışan örgütlerin sivil toplumun ümidi olmaya devam ettiği belirtildi. “Bütün bu sınırlılıklara rağmen, ülkemizde STÖ’lerin yaklaşık %15’ini oluşturan hak temelli çalışmalar yürüten örgütlerin, yürüttükleri savunuculuk faaliyetleri, yarattıkları kaynaklar, uluslararası düzeyde kurdukları işbirlikleri ve bütün güçlüklerine rağmen kamu politikaları etkileme çabalarıyla ülkemiz sivil toplumunun ümidi olmaya devam ediyor. Ancak bu örgütler, bir yandan da örgütlenme özgürlüğü alanında yaşanan sorunlardan daha fazla etkileniyor ve daha fazla baskıyla karşılaşıyor.” Denetimler her yıl artıyor Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü verilerine göre İçişleri Bakanlığı 2022’de 29 bin 987 derneği denetledi. Denetimlerde derneklerin %10’undan fazlasına adli ve idari işlem yapıldı. Araştırma medyadaki karalama kampanyalarının konusu olmanın veya hedef gösterilen vakıflardan destek almış olmanın da denetlenme sebebi olduğunu ortaya koydu. Araştırma hak temelli çalışan STÖ’lerin siyasetçiler, kamu görevlileri tarafından tehdit edilme veya hedef gösterilme gibi bir durumla daha sık karşılaştığını ortaya koydu. Bu grup aynı zamanda kamu kurumları tarafından çat kapı denetimleri de sıkça yaşadı. Yine hak temelli yaklaşımı güçlü olan kuruluşlar açıklamaları ve çalışmaları nedeniyle diğer örgütlere göre daha fazla baskı ile karşılaştı. Araştırmaya katılan örgütler çalışmalarına otosansür uyguladığını da söyledi. STÖ’ler tehdit altında Raporda STÖ’lere yönelik sözlü ve fiziki baskıların olduğu örneklerle kayıt altına alındı. Ankara’nın Çankaya ve Mamak ilçelerinde bulunan Cemevi ile Alevi dernek ve vakıflarına yapılan silahlı saldırılar ve Onur Haftası’na destek verdikleri için sözlü taciz ve saldırılarla karşılaşan Havle Kadın Derneği raporda yer aldı. STÖ’lere yapılan sözlü ve fiziksel saldırıların, herhangi bir sözlü ve fiziksel saldırıya uğramayan sivil toplum örgütlerini de olumsuz etkilediği ve kendilerini baskı altında hissetmelerine yol açtığı vurgulandı. Devletin kapıları sivil topluma kapalı İzleme çalışması STÖ’lerin karar verme süreçlerine katılımının büyük ölçüde sınırlı kaldığını gösterdi. Çalışma kapsamında yapılan mevzuat taramasında STÖ’lerin karar verme süreçlerine katılımıyla ilgili 203 düzenleme ve 309 katılım mekanizması olduğu tespit edildi. Mekanizma çokluğuna rağmen koordinasyon eksikliğinin olduğu ve idareye geniş bir inisiyatif alanı bırakıldığı vurgulandı. 2021-2022 yılları arasında TBMM’de 163 kanun kabul edilerek yürürlüğe girerken, sivil toplum örgütlerinin çalışma alanlarını doğrudan ilgilendiren kanun tekliflerinde sivil toplumun görüşlerine yer verilmediği ortaya çıktı. Araştırma için 2021 yılı için 8, 2022 yılı için 10 Kanuna detaylı olarak bakıldı. Bunlar arasında sadece 2 Kanun için nispeten etkin bir STÖ katılımının sağlandığı söylendi. “Yani komisyonlara geliyorsa bazı şeyler, o komisyonlardaki milletvekilleri tarafından evet bazen erişebiliyoruz onlara. Ama komisyona bile gelmeden yasalaşan bir sürü şey var artık. Dolayısıyla bir noktadan sonra o bile zor. Bir de çok gece yarısı olabiliyor bazı şeyler. O da zor. Ya da komisyonlarda milletvekilleri yeteri kadar katılamıyorlar. Yani orada bulunmayan muhalefet özellikle yoksa orada vekiller orada hazır bulunmuyorsa o da bir sorun gibi. Yani yasalara dair, yasamaya dair konuşacaksak eğer böyle.” Karar verme süreçlerine STÖ katılımı idarenin inisiyatifinde Raporda, katılım mekanizmalarını düzenleyen mevzuatta karar verme süreçlerine STÖ katılımının açık ve net bir şekilde düzenlenmediğine dikkat çekilirken, çalışma gruplarının kurulup kurulmayacağına ve kurulsalar dahi STÖ’lerin bu gruplara katılıp katılamayacağına idarenin karar verdiği aktarıldı. 2021 ve 2022 yıllarında kamu kurum ve kuruluşları tarafından 411 yönetmelik yayınlanırken, araştırma örneklemi için 71 yönetmelik seçildi. Bu yönetmelikler için yapılan bilgi edinme başvuruları sonrasında ise 19’unun hazırlık sürecinde STÖ katılımını sağlamaya yönelik bir çalışma yürütüldüğünü görüldü. Devlet “sektör dernekleri”ni destekliyor Araştırma özel sektörle yakın ilişki içerisinde olan, yeterli finansal kapasiteye sahip, bürokrasiyi ve siyaseti etkileyebilecek güce sahip sektörel STÖ’lerin katılım süreçlerine daha kolay etki ettiğini de ortaya koydu. En fazla katılım mekanizmasına sahip olan üç bakanlık Tarım ve Orman Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı oldu. Rapor, bu bakanlıkların katılım mekanizmalarına önemli ölçüde sektör derneği olarak adlandırılabilecek, belli bir alanda ticari faaliyet gösteren şirketlerin ya da profesyonellerin kurduğu derneklerin ya da üst kuruluşların katıldığını gösterdi. Karar verme süreçlerine katılım giderek düşüyor İzleme çalışması kapsamında kamu kurum ve kuruluşlarının organize ettiği toplantılara katılan STÖ’lerin oranı %18 olurken, kamu kurum ve kuruluşlarının toplantılarına katılmama nedenleri olarak STÖ’lerin toplantılardan haberinin olmaması ve toplantıya çağrılmama olarak belirtildi. Rapor, Türkiye’de sivil toplumun politika geliştirme ve karar verme süreçlerine yerel ve ulusal düzeyde katılımının yıllar içinde düştüğünü gösterirken, verilere göre STÖ’lerin %80’i katılım süreçlerinin parçası olamıyor. Sınırlı düzeyde olan iyi niyetli girişimler ise karmaşık bir mevzuat labirentinde ve kamu kuruluşlarının web sayfalarında kayboluyor. Ortalama bir vatandaşın bu az sayıdaki katılım imkanından haberdar olması ve istese bile sürece katkı vermesi imkansız. “Giderek daraltılmış şeyler var işte. Daha önce gidebiliyorduk meclise. Meclisin kanunların ilk gittiği komisyonlara girip orada dinliyorduk. Şimdi öyle bir şeyler de yok artık. Sadece öğretim görevlisi çağırıyorlar.” “İş birliği düzeyinde bir şeyimiz yok, öyle somut bir iş birliğimiz yok. (…) eskiden AKP’den de vardı. (…) CHP vardı, HDP vardı. (…) Ama artık öyle bir ortamda değiliz yani. AKP’den çok zor muhatap bulmak, dinleyen bulmak zor şu anda.” “Neredeyse sıfır. (…) Yani son on yılda tabii çok ciddi değişim var. En az 10 yılda. Hiçbir şeye politikalara alınan kararlara erişimde bile sıkıntı yaşıyoruz yani. Bırakın katılmayı, yani işte örneğin bir sulak alanın yönetim planı hazırlanıyor. Biz otomatikman davet edilmesi gereken bir kurumken zaten dahil edilmiyoruz.” Araştırma hakkında Saha araştırmasında 1003 STÖ ile anket yapılırken farklı kentlerde hak temelli çalışma yürüten 48 sivil toplum örgütü ile de derinlemesine görüşme ve 2 odak grup toplantısı yapıldı. Masa başı araştırması ile desteklenen araştırma için başta TBMM olmak üzere Cumhurbaşkanlığı ve 12 Bakanlık izlendi, büyükşehir statüsüne sahip 30 ilin valiliklerine bilgi edinme başvuruları yapıldı. Raporun birinci bölümü örgütlenme özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü alanında yaşanan sorunların sivil toplum örgütleri üzerindeki etkisini ele alırken, ikinci bölümü ise STÖ’lerin karar verme süreçlerinde katılım hakkına odaklanıyor.
KAFTANLARIN ÖYKÜSÜ
Vintage Home by Yelis Kaftanların öyküsü Yaz sıcağı gülümsemesi ile kapıda beni bekliyordu Katie. Amerika’daki yaşantılarına Türkiye’de devam etme kararı almışlar, bahçesinde nar ağacı olan, Fethiye’de kendileri gibi şirin bir eve taşınmışlardı. Bahçedeki ahşap masaya bereket sembolü nar motifleri çalışacaktık. Evi gezerken salonun duvarında seramik bir kaftan ilişti gözüme. İşte o an karar verdim kültürel mirasımız olan, üzerinde çintemani ve laleler barındıran kaftan sembollerini nakşetmeye. Osmanlı döneminde sultanların ve cariyelerin giydiği kaftanlar ipekli, ağır ve kıymetli kumaşlardan yapılır, altın telli şeritler ve kordonlar ile süslenirmiş. Vezir kaftanları ise kıymetli düğmeler ve sırma şeritler ile tamamlanırmış ve önemli hizmet görenlere ödül olarak padişah tarafından kaftan verilirmiş. Kaftan desenlerindeki çintemani motifi Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu kökenli geleneksel bir tasarım...Bu motif, üçgen veya piramit şeklinde düzenlenmiş kıvrımlı çizgiler ve çevrelenmiş üç noktadan oluşuyor. “çintemani” Farsça kökenli. Çintemaninin güç ve kuvvet verdiğine, kötülükten uzaklaştıran bir tılsım olduğu, korunduğu ve iyi şans getirdiğine inanılırmış. Motifteki üçgen şekli farklı güçlerin bir araya geldiğini temsil eder ve uyumun sembolüdür. Kaftanlardaki desenlerin ne çok şey anlattığını öğrendikten sonra, nakışlarıma en çok yakışacak kumaşa karar verdim “kutnu kumaş” olmalıydı. Antep’te dokunan bu kumaşa yerinde ulaşmalıydım. İzmir’den Antep’e ve tekrar İzmir’e dönen bir sinerji oluştu. Tek tek renkler seçildi. Önce hayal edildi. Zihinden kumaşlara aksedildi. Hayalden gerçeğe geçiş biraz sancılı olsa da nakışlar belirdi. Kaftan sembollerini kullandığım ev tekstilini çerçeveler ile tamamlamak istedim. Çerçevenin içindeki Arapça harfleri, geleneksel Türk el sanatlarından "tel kırma" ile çalıştık. Görsel zenginlik katmak ve tel kırma sanatını sonraki kuşaklara da tanıtmak istedim. Kaftanlar koleksiyonum bir bütün olarak gözlerimin önündeydi. Katie ilk gördüğünde yorumu, “Küçük elbiseler çok güzel” oldu. Oysaki o küçük elbiseler koca bir imparatorluğun simgesiydi. Sanat tarihi anlatmanın ve yaşatmanın en güzel yoluydu. Tarih sanatı, sanat tarihi besliyordu. Bizden sonraki kuşakların tarihi de sanatı da sevmesi ve sahip çıkması dileğiyle.
BALIKLARIN EFENDİSİ SÜREYYA ÜZMEZ
Balıkların Efendisi Süreyya Üzmez ile balık muhabbeti Yaşamının önemli bölümü adeta deniz üstünde geçmiş gibiama esas ilgisi denizin altındakilere... Balıkların Efendisi Süreyya Üzmez ile gastronomi dünyasının en sağlıklı üyesi balıklar hakkında keyifli ve bilgi dolu bir sohbet yaptık. Umarım okurken siz de keyif alırsınız... Size "Balıkların Efendisi" diyorlar. Balıkların efendisi oluncaya kadar yaşamınızdan kesitlerle sizi tanımak isteriz. Çok küçük yaşlarda tanıştım balıkla. Oturduğumuz ev denize çok yakındı. Çanakkale Boğazı’nın akıntılarının riskine karşı her gün denize giderdim okul çıkışı. Tatil günleri sabah çok erken uyanır balığa giderdim. Deniz de o saatte uyanıyor gibi çok sessiz, sakin, çarşaf gibi olurdu. Çok balık yakalardım o saatlerde. Anneannem Biga’nın Kemer köyünden. Türkiye’nin ilk tuzlu balık fabrikalarından Alaeddin’in sahibi Alaeddin Kemerli’nin kız kardeşidir. Henüz altı yaşındayken bana Ezine peynirlerinin tenekelerine tuzda sardalye basılmasını ve torikten lakerda yapımını öğretti. İlk ve ortaokul yıllarım Çanakkale’de geçti. Yakaladığım balıklar çok olunca satardım, bazen ucuz gitmeye meyilli olunca komşulara dağıtırdım. Ortaokulu derece ile bitirince Kuleli Askeri Lisesi’ne gitmeyi hedefledim. İlk sıralarda sınavı kazandım. Bu kez bir başka boğazda dudağımı bükerek balık tutanları seyrediyordum Kuleli’nin bahçesinde… Hatta çapari ile yakalayanların kaç tane tutacağına dair iddiaya girerdik Kuleli’nin önlerinde… Daha sonra karaya vurmuş balina gibi denizsiz Ankara’da Kara Harp Okulu’nda dört yılım geçti. Yazları Urla’daki Menteş kampında kaçak olarak koylara balık avlamaya giderdim. Yaz tatillerinde ise Çanakkale Boğazına atardım kendimi. Emekliliğim dolar dolmaz Ankara’da çarığımı giydim ve Trilye’yi açtım. Kısa sürede kalite ve aşk bize hak ettiğimiz ünü sağladı. Pentagon ve Malezya serüvenlerinizi bize de anlatır mısınız? 1998'de Genelkurmay Sosyal Hizmetler Başkanlığı görevini yürütüyordum. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Jan Lodal karargaha resmi bir ziyarete gelecekti. Washington D.C.’deki dostlarıma haber saldım ve ne tür yemek sevdiğini öğrendim. Levreğe bayılırmış. Ben de kayıkları balığa çıkardım, Samsun ve Sinop’ta. 4-5 kg’lık iri deniz levreklerini olta ile yakalattım. Mr. Lodal’ın damaklarında şimşek çaktığını hissettim ilk çatalı ağzına attığında… Uğurlarken elimi sıktı, bırakmadı, “Excellent food, excellent service” dedi. Genelkurmay Başkanı merhum İsmail Hakkı Karadayı’ya dönerek “Uygun görürseniz binbaşı arkadaşı Pentagon’a oradaki yemekleri düzeltmek üzere davet ediyorum” diye ekledi. İki ay sonra davet geldi. Malezya ise 1996 yılında şu an Malezya Başbakanı olan Enver İbrahim’in kardeşi Mr. Sukma heyeti ile Ankara’ya gelmişti. Ağabeyi o zaman maliye bakanıydı. Heyette zamanın başbakanı Mahathir Muhammed’in oğlu da vardı. Ankara’dan gidecekleri gün tipi şeklinde kar yağdı ve karayolu ile İstanbul’a gidip akşamki Malezya uçağına yetişmek istediler. Israrla kumanya yaptırdım. Bolu’da araçları kara saplanınca acıkmışlar ve kumanya onlara dünyanın en lezzetli yemeği gibi gelmiş. Dönüşte başbakana anlatmışlar o da “Rica etsek Kuala Lumpur’a bir Türk mutfağı kurar mı” diye sormuş. Ben de kolları sıvadım ve 17 yıl süren bir restoran kurdum. Taş fırınlar, iskenderler, lezzetli yemeklerle uzun yıllar ilgi alanı oldu. Nasıl balıkların efendisi oldunuz? Özellikle balıkseverler, TV sunucuları bana bu yakıştırmayı yaptılar. Karşılaştığım insanlar da bana “Balıkların Efendisi” olarak hitap ediyorlar. Ünlü gazeteci-yazar Muzaffer Ayhan Kara, benim hayatımı inceleyen dört yıllık bir çalışma sonrasında “Balıkların Efendisi” isimli bir kitap yazdı. O günden sonra herkes bana “Balıkların Efendisi” demeye başladı. Başta balık olmak üzere deniz ürünlerinin geçmişten bugüne Türk mutfak kültüründeki yerini anlatır mısınız? Balık ve deniz ürünleri Osmanlı mutfağında yaygın. Evliya Çelebi “Seyahatnamesi”nde Haliç’te istiridye yatakları olduğundan bahsediyor. Ziyafet menülerinde mutlaka balık ve deniz ürünü olur. Fatih Sultan Mehmet Kayseri Sultan Sazlığı'ndan getirttiği ıstakozlara, kerevitlere bayılırmış. Balık Hali Müdürü Karekin Deveciyan’ın yazdığı kitapta Boğaz’ın ve Karadeniz’den gelen balık ve deniz ürünlerinin Düyun-i Umumiye borçlarını ödeyebilecek kadar çok gelir sağladığını yazıyor. Ancak günümüze gelinceye kadar gerileme var. Toplumun genlerine Orta Asya’dan bu yana kırmızı et işlemiş!.. Üç tarafımız denizlerle çevrili olmasına rağmen balık tüketimimiz çok iç açıcı değil. Bunu neye bağlıyorsunuz? Artırmak için ne yapmalı? Özellikle çocuklara nasıl sevdirilebilir? Yüzyıllarca karasal alanda yaşamış, denizi görememiş bir ulusun çocukları olmamıza bağlıyorum. Maalesef kişi başı yıllık balık tüketimi 6 kg civarında dolanıp duruyor. Genlerimiz kırmızı ete işaret ediyor ama yenmeliyiz bu döngüyü. Çocuklara balık sevdirmek için balık kokusu olmayan yöntemleri tercih etmeliyiz. Fish and chips, simit balık gibi. Teşvik edici önlemler almak, televizyonda özendirici programlar yapmak lazım. İyi bir oyunun son söze ihtiyacı yoktur. Dünyanın en zengin ve teknolojide ileri gitmiş ülkelerinde kişi başı balık tüketimi 70 – 80 kg... Ülkemizde durum böyle iken siz denize yüzlerce km. uzaklıkta balığı sevdirdiniz. Bunu nasıl başardınız? J. F. Kennedy’nin ünlü bir sözü var; “Denizlere olan ilgimiz, yaptığımız bilimsel araştırmalar meraktan değil, gelecekteki varlığımızı sürdürmemiz için denizlere bağlı olacağımıza inancımızdandır” diyor. Ben de bunu çok önceleri gördüm. Sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrının balık olduğuna inandım. İnancımı paylaştım. Binlerce çocuğa balığı sevdirdim. Çok çalışıp inandırarak, aşkla işimi yaparak ve çizgimi hiç bozmadığım gibi sürekli yukarıya çekerek… Sizi marka yapan değerler neler? Çeyrek asırdır kaliteyi bozmayıp konukların beklentisinin üzerinde hizmet verdik. Fiyat, kalite, ambiyans konularında hiç kimseye hiçbir zaman sürpriz yaşatmadık. İstikrarlı bir şekilde yolumuza devam ettik, kazandığımızı işimize yatırdık, rant, plasman gibi konular yerine dünyayı dolaşarak işimize yatırım yaptık. Ekibimiz bizimle her zaman aynı frekansta oldu. Bizi marka yapan değerler bunlar. Sadece restoran işletmiyorsunuz. Bazı meselelerin üzerine gidiyorsunuz. Nedir bu meseleler? Gelecek nesillere stok bırakmak için çabalıyorum ve usulsüz avlananlarla, denizi kirletenlerle mücadele ediyorum. Akdeniz’de balık stoğu yüzde 85 azaldı. Bu kötü gidişata dur demek için çaba sarf ediyorum. Ülkemize gelen istilacı balık türleri ile mücadele etmeyi sürdürüyorum ve en önemlisi balıkçılık bakanlığı kurulması gerektiğini sürekli gündemde tutuyorum. Denizcilik bakanlığı kurulsun diyorsunuz. Bunun bize ne sağlayacağını düşünüyorsunuz? Denizcilik değil sadece, balıkçılık bakanlığı kurulsun diyorum. Dünyadaki gelişmiş ve denizi olan ülkelerde var. Çünkü balıkçılık bakanlığı kurulursa ülkemizde hem protein açığı hem de cari açığın önemli bir kısmı kapanacak. Mavi Vatan Projesi… Mavi Vatan çok önemli. 460 bin kilometrekarelik denizlerimizin münhasır ekonomik alanı, 178 bin kilometrekarelik akarsu ve göllerimiz, 6 bin kilometrekarelik barajlarımız var. Anadolu topraklarının 2/3’üne tekabül ediyor. Mavi vatan ülkemizi her konuda zenginleştirecek. Trilye Restoran’ın hayalinizdeki gibi sürdürülebilir bir restoran olduğunu düşünüyor musunuz? Trilye’nin sürdürülebilir olması en büyük idealim. Yurt dışında yüzyıllardır işletilen restoranlar var. Oğlum Koray ve gelinim Ayşe bu işi çok sevdiler. Ama yukarıda değindiğim konular önemli. Denizlerde balık ve deniz ürünleri stoğunun eksilmemesi gerekiyor benim sürdürülebilir bir restoran olmam için… Peki, denizlerimiz için sürdürülebilir diyebilir miyiz? Daha doğrusu deniz ürünleri için… Maalesef karamsarım. FAO eski başkanı 2049 yılında denizlerimizde hiçbir canlı kalmayacak demişti. Karamsarım ama teslimiyetçi hiç değilim. Ne yapmak gerekiyor? Denizdeki değerleri korumak için, arttırmak için, sürdürülebilir kılmak için… Ve siz bunun için neler yapıyorsunuz? “En geç en erkendir” diyerek denizlerimizde tedbir almalıyız. Trol yasaklanmalı. İki yıl sonra denizlerimiz akvaryum olur. Denizler kin tutmaz. Eski koşulları sağladığınızda size istediklerinizi yeniden vermeye başlar. Tıpkı İzmir körfezindeki gibi… Biraz tedbir alınınca özlediğimiz çeşitli balıkları görmeye başladık. Ben TV, üniversite, gazete ve her türlü ortamda dilimin döndüğünde bilinçlendirme yapıyorum. Michelin müfettişleri gibi iyi restoran keşfetmeye yönelik seyahatler yapıyorsunuz. Michelin yıldız hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Dünyada prestij anlamı taşıyan bu ve benzeri derecelendirme rehberlerini nasıl yorumlarsınız? Ben objektif değerlendirme yapıyorum. Dünyanın en ünlü üç, iki, bir Michelin yıldızlı restoranlarında yemek yeme şansım oldu. Ama gün geçtikçe derecelendirme kuruluşlarının notları sorgulanmaya ve adil puan dağıtmadıklarına olan inanç artmaya başladı. Biraz da kitaplarınızdan söz edelim mi? Balık yemekleri, meze, gastronomi anektodları ve başarı öyküleri temalarında kitaplarım var. "Trilye’nin Balık Sevdası", "Trilye’nin Meze Yolculuğu", "Trilye’nin Oltasına Takılanlar", "Lezzetin Rotası" oldukça ilgi gördü. Balık tariflerinin yer aldığı Trilye’nin Balık Sevdası, yabancı konukların ilgisi nedeniyle İngilizce olarak da basıldı. Tüm baskılar tükendi. "Yeniden basın" diyen çok kişi var. Kağıt maliyetleri çok yükseldi. Ama ilk fırsatta yeni baskılara devam edeceğim. Balık kokoreç, balık Adana, Leblebi tatlısı enteresan geliyor kulağa… Nerden geldi aklınıza bu çeşitler? Misafirlerinizin bu çeşitlere yaklaşımı nasıl oluyor? “Yenilenmeyen yenilir” ilkesi ile sürekli AR-GE çalışması yapıyor ekibimiz. Hepsi lezzetli olduğu için misafirlerimiz çok olumlu yaklaşıyor ve takdir ediyor. Lezzetli balık pişirmenin püf noktaları neler? Lezzetli balık pişirmenin püf noktaları malzeme temininden başlıyor. Balıklar Ege, Akdeniz ve Karadeniz’den temin edilmeli. Izgarada pişirecekseniz kaliteli kömür olacak. 56 – 63 derece arasında olacak balığın iç sıcaklığı. Kılçıkta biraz pembelik olacak (miyoglobin), çok pişmeyecek. Denizden çıktıktan en az 6 saat sonra pişecek. Buğulama pişirecekseniz mutlaka balığın kafa ve kılçıklarından yaptığınız bulyonu kullanın. Tavada pişirecekseniz önceden zeytinyağı, tane karabiber ve defne yaprağının olduğu bir kapta balığı yarım saat dinlendirin. Sonra kızgın ve temiz yağda kısa sürede pişirin. Türkiye’de deniz mahsulleri evlerde pek yapılmıyor. Zaten çok ulaşılabilir de değil. Bir kere çok pahalı… Neden böyle, dünyada da durum aynı mı? Deniz mahsulleri ve balık azaldığı için pahalı. Ayrıca avcılık girdileri çok yüksek maliyetli. Mazot, teknelerde çalışanların masrafları balık fiyatlarına yansıyor. Ben bir çift palamudu Çanakkale’de 25 kuruşa aldığım günleri hatırlıyorum. Neyse ki bu yıl et fiyatları balığı geçti ilk kez!.. Deniz mahsulleri denince akla ne geliyor? Bunlar nasıl kategorize ediliyor? Kalamar, ahtapot, karides ilk akla gelenler. Ama istiridye, midye, akivades, tarak, lakerda gibi lezzetli ürünler müthiş lezzetli. Yumuşakçalar, kafadan bacaklılar, kabuklular olarak kategorize edebilirsiniz. Deniz ürünlerinden hangilerini yiyebiliyoruz? Zehirli olmayan tüm türleri yiyebiliyoruz. İstiridyenin canlı tüketilmesi gerekiyor. Balık dışı deniz ürünlerini pişirmek biraz zor sanki… Püf noktaları var mı? Ahtapotu pişirmeden önce dövmek gerekiyor. Kalamar bir gün maden suyu ve limon suyunda dinlendirilmeli. Karidesin kuyruk kabuğu pişme esnasında kalmalı. Bunlar için sos da önemli galiba… Soslar için neler söylersiniz? Kalamar tartar sosla (bayat ekmekle yapılan orijinal sos), ahtapot hardalla yenmeli. Hazmı zor olduğu için hardal metabolizmayı hızlandırır. Karides tatlı acı sosla, istiridye limon ve acı sosla yenmeli. Deniz ürünleri pişirirken canlı değilse zehirler diye bir bilgi var bende… Yanlış. Istakoza işkence ediyorlar. Yüzlerce dondurulmuş ıstakoz yedim. Hiçbir rahatsızlık duymadım. Canlı ıstakoz pişirme duygusal insanlarda ve çocuklarda uzun yıllar üzerinden atamayacakları bir travma yaratır. Hedonizm hiçbir zaman hümanizmin önüne geçmemeli. Denizdeki tüm balık çeşitlerini yiyebiliyor muyuz? Hayır, Türkiye denizlerinde 450 çeşit balık bulunuyor. Bunun 60 civarında olanı zehirli. “Denizden babam çıksa yerim” uygun bir slogan değil. Zehirli balık türlerine karşı asla cesur olmayın. İyi bir gıda, gastronomi yazıları okuyucusu olmak gerekli. Dünyada bizim denizlerimizdekinden farklı yenilebilir balıklar var mı? Var tabii ki. Halibut mesela, yassı balıkların kralıdır. Doğada yetişen vahşi somon çok lezzetlidir. Şili levreği müthiştir. Daha pek çok sayılabilir. En lezzetli balıklar hangileri? Bence dünyanın en lezzetli balığı lüfer. Kaya barbunu, kalkan, levrek, hamsi, dil balığı çok lezzetlilerin başında geliyor. Ama damak zevki renk katmanları gibidir. Bazıları fener balığını, bazıları trançayı sever. Ama benim favorim her zaman lüfer. Ağır metal konusunda daha güvenle tüketilebilen balıklar hangileri? Üst su balıkları daha güvenle tüketilebilir. Ama denizdeki balıklarda bulunan ağır metallerden bin kat daha fazlası otobüs duraklarında mevcut. Kadmiyum, kurşun, arsenik gibi zehir ve partiküller en tehlikeli durumları yaratıyor. Zaten sınırlı ölçüde tükettiğimiz balıkta böyle bir risk yok bence. Lobilere fazla inanmayın. Sağlık için balık yiyin. Balığı çok tüketen ülkelerde vücut ve sağlığı muazzam… Balığın en güzel eşlikçileri neler? Roka, patates, kırmızı soğan bence olmazsa olmazları. Ama haşlanmış ıspanağı kremada çevirip üzerine 2 tane de kozak yaylasının çam fıstığını koyarsanız süper olur. Balık yedikten sonra hangi tatlıyı tercih ediyorsunuz? Tahin helvası geleneksel olmuş, hazmettirici olduğuna inanıyorlar. Balığın hazmettirmesine gerek yok ki! Zaten hafif bir yiyecek, ne şişkinlik yapar ne de rahatsızlık verir. Ama uzun yıllardır helvayı yakıştırıyorlar. Kış mevsiminde ayva ve kabak tatlısı balıktan sonra süper oluyor bence. Trilye’ye özel Ateş tatlısını da öneririz. Balık çorbası için hangi balıklar ideal? Kırlangıç ve iskorpit balıkları, çorba için idealdir. Hamsi ile çeşit çeşit yemekler yapılıyor. Bu konudaki yorumunuz nasıl? Diğer balıklarla da bu çeşitlilik mümkün mü? Karadeniz’de hamsinin yeri her zaman şeref mevkiidir. Ben künefesini bile yaptım. Diğer balıklarda bu çeşitlilik imkansız. Tatlı su balığı, deniz balığı, çiftlik balığı… Bunlar hakkında neler söylersiniz? Tatlı su balığı, deniz balığı, çiftlik balığı hepsi tüketilmeli. Balıklarını deniz ürünleri döngüsü ile besleyen çiftçileri araştırın. Çiftlik balıklarını bütün Amerika ve Avrupa tüketiyor. Hepsinin besin değerleri yüksek. Elbette lezzette birinci sırada deniz balıkları geliyor. Balığın taze olup olmadığını anlamanın püf noktaları neler? Önce balığın gözlerine bakın. Gözler parlak olmalıdır. İçeriye doğru çökük ve donuk gözler bayat olduğunu gösterir. Solungaçları nemli ve kırmızı olmalıdır. Parmağınızla deriye bastırdığınızda sıkı ve sert olmalıdır. Parmağınızın izi kalıyorsa balık bayattır. Pulları derisine yapışık olmalıdır. (Sardalya gibi bazı balıkların pulları tazeyken hemen dökülür.) Ama birkaç istisna dışında pul zırh görevi görür ve deriye yapışıktır. Kokusu tuzlu deniz suyu kokusunda olmalı. Balık saklama kuralları neler? Balık avlanıp, denizden veya tatlı sudan çıkarıldığında henüz canlıdır ve çok tazedir. Hiçbir işleme tabi tutulmadan olduğu gibi bırakılırsa altı saat sonra bozulmaya başlar hem de önce kafasından. Yani, balık baştan kokar. Bu durumu önlemek için tarih boyunca bilinen bazı yöntemlerle balık saklanabilir. Bunlar, marinad işleme, işleme, konserve, dondurma, soğutma, kurutma ve tuzlamadır. Çok leziz deniz bitkilerini de atlamayalım. Çeşitleri, pişirme yöntemleri? Spirulina deniz yosunu geleceğin gıdası olarak tanımlanıyor. Susamlı olarak haşlayıp yiyebilirsiniz. Deltalarda deniz börülcesi, kayaların denizlere bakan bölümlerinde kaya koruğu en çok sevdiğimiz ürünler. Sıcak suya atıp çıkarın, fazla pişirmeyin. Zeytinyağı, sarımsak, limondan sos yapıp karıştırın. Trilye şu anda nerelerde misafirlerine lezzet sunuyor? Bundan sonrası için planlar, projeler neler? Trilye şu anda sadece başkentte var. İstanbul, Bodrum, Dubai, Londra planlarımız dahilinde. Dünya markası Trilye ülkemiz içinde gurur kaynağı olmaya devam edecek.
SANATIN RİTMİNİ YAKALAYAN KENT: İSTANBUL
Sanatın ritmini yakalayan bir kent: İstanbul Batı ülkelerine yaptığım ziyaretlerde en çok ilgimi çeken görüntüler arasında, önemli sanatçıların eserlerini görmek için müzelerin ve sergi salonlarının önünde sanatseverlerin oluşturdukları kuyruklar olmuştur. Hasretini çektiğim bu görüntüleri; bu devinimi görmek, sanata incelikle yaklaşmak, sanata ve sanatçıya saygı göstermenin bir ifadesi olarak algılamışımdır. Müzeler sergiledikleri eserlerle tarihe geçer. Dünyadaki büyük müzeleri arasına; Almanya ve Fransa’daki müzeleri, British Museum, Moskova’daki Hermitaj müzeleri ve bazı köklü Amerikan müzelerini katabiliriz. Bu müzelerin yöneticileri aynı zamanda akademik yetkinliğe sahip kişilerdir. Bazen, yepyeni bir tezi, bakışı ortaya çıkaran sergiler düzenlenir. Mesela, ilk defa Doğu halılarıyla Batı’nın resim sanatını bir araya getiren bir sergi yapıldı ve sanat tarihine yeni ufuklar açılarak yüzlerce eserde o ilişki kurulabildi. Berlin Kaiser Friedrich Müzesi’nde, Wilhelm von Bode’nin yaptığı “Doğu Halıları ve Batı Resmi” sergisi bu alanda önemli bir rol üstlenir. Bu girişimde 1910 yılında Münih’te açılan İslam Sergisi, Batı dünyasına İslam sanatını tanıtan ilk sergi olması açısından önem taşır. Müzeler merak ve daha çok öğrenme isteği aşılarlar. İzleyenler bu akım nasıl gelişmiş, hangi sanatçılar takip etmiş gibi soruların peşine takılırlar. İnsanlarda keşfetme, yeni şeyler öğrenme isteğini kamçılaması açısından müzelerin önemi tartışılamaz. Aslında insanın eğitiminde küçücük bir basamak olarak görülse de insanın kendini geliştirmesi açısından bu deneyim önemlidir. Türkiye’de kuşkusuz önemli sanatçılar ve derinlikli sanat eserleri var. Ama geçmişe bakacak olursak toplumumuzda sanat çok önemsenmemiş bir dal. Bu nedenle Türk resim sanatının yüksek bir seviyeye erişmesi zaman almış. 1950’lerde Türkçe sanat kitaplarının yayınlanması, derken Hayat mecmuasının yayın hayatına girmesi bu yolda atılan önemli adımlardı. Derginin orta sayfasında her sayıda bir sanatçı tanıtılırdı. Orada izledikleri, halkın belleğinde iz bırakmış, yaratıcılığın sınırsızlığı ve emeğin kalıcılığı hakkında görüşleri aydınlatmıştır. Günümüzde İstanbul’da açılan bazı özel müzeler, Ankara’da yeni açılan Yüksel Erimtan Müzesi, arkeoloji ile ilgili olduğu halde sanat nesnelerinin değerini öğretmeye, bu değeri en mükemmel şekilde yaşatmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla eskiyi ve yeniyi, geleneksel ile moderni yan yana getirirken zıtlıklarla benzerlikleri anlaşılır bir diyalogla izleyenlere sanat aracılığıyla farkındalık yaratmış oluyorlar. Sanat galerilerini gezmek, müzeleri incelemek, çağdaş sanatçıların işleri üzerine yorum yapmak gerek. Tüm bu saydıklarımızı İstanbul’da rahatlıkla yapabilirsiniz. İstanbul bir kültür şehri. Bunun yanı sıra sanatın ritmini yakalamak için de harikulade bir şehir. Çünkü müzeler ve sanat galeri bakımından çok zengin. Türkiye’nin kültür turizmi bakımından en parlak kenti burası. Buraya yalnızca kültür sanat etkinliklerine katılmak ve müzeleri gezmek için gelen milyonlarca insan var. Çünkü kentte her ay yeni etkinlikler, sergiler oluyor. Siz de kültür ve sanat etkinliklerine katılmak ve İstanbul’un sanat dünyasını yakından tanımak mı istiyorsunuz? Bu harika bir fikir! Ama işiniz zor. Çünkü liste hayli kalabalık. Sanat maratonuna İstanbul’daki müzeleri gezerek başlamaya ne dersiniz? İstanbul Arkeoloji Müzesi birçok kültüre ait eseri bir arada sunuyor. Müzenin içinde bir milyonu aşkın eser bulunuyor. Bu nedenle bir günde İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni gezip bitirmeniz mümkün olmayabilir. Müze Osmanlı döneminden günümüze miras kalmış bir kurum. Üç ana birimden meydana geliyor. Arkeoloji Müzesi kurumun ana binası. Çinili Köşk ve Eski Şark Eserleri Müzesi de bu müzenin birimleri arasında yer alıyor. İstanbul’da bir kültür turu yapmayı planlıyorsanız ilk görmeniz gereken yerler arasında Topkapı Sarayı’ndan başlamalısınız. Görkemli mimari yapısından gözünüzü alamayacaksınız. Bunun yanı sıra müzede dünyada eşi benzerine pek rastlanmayacak çin porseleni koleksiyonu yer alıyor. Dolmabahçe Sarayı 600 metre uzunluğa sahip bir mermer rıhtım üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca sarayın temelleri kestane ağacı ile atılmıştır. Saray simetrik bir plana sahip ve üç katlı. İçinde tam 285 oda, 43 salon var. Dolmabahçe Sarayı’nın 56 sütunlu kabul salonu olarak adlandırılan yerinde 4,5 tonluk kristal bir avize yer alıyor. Bu heybetli avize burayı ziyaret eden herkesin ilgisini çekmeye başarıyor. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı olan İstanbul Deniz Müzesi, Türkiye’nin ilk ve en büyük deniz müzesidir. Müze ilk olarak 1897 yılında Kasımpaşa’daki bir binada hizmet veriyor. Şu an yer aldığı konum olan Beşiktaş’a 1961 yılında taşınmıştır. Müzenin içinde 20 bini aşkın eser var. Ayrıca dünyanın en eski kadırgaları ve saltanat kayıkları ziyaretçiler tarafından epey ilgi görüyor. Şimdi sırada romanlara, filmlere konu olan Yerebatan Sarnıcı var! İstanbul gezilecek müzeler listesi yapıp da Yerebatan Sarnıcı’na gitmeden olmaz Aslında Yerebatan Sarnıcı şehrin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılmış bir yer. Günümüzdeyse müze olarak kullanılıyor. Yerebatan Sarnıcı’na adım atar atmaz kendinizi bambaşka bir atmosferde bulacaksınız. Burası biraz korkutucu ve karanlık bir dünya. Ama bir o kadar da büyüleyici! Sarnıç 336 sütun, 12 kemer ile destekleniyor. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi adlı romanını okumuş muydunuz? Evet, müze de o romanla ilgili. Çoğu ziyaretçi romanda geçen olayların gerçek olduğunu düşünerek müzeyi ziyaret ediyor. Tabii ki, romandaki olay gerçek değil. Özü itibariye geçmişi şimdinin ışığında ve günümüzün ilgi alanları çerçevesinde kuran müzeciliğe yeni bir anlayış geldi: “insan ve toplum” odaklı müzeler. Toplumsal belleği taşıyan büyük ulusal müzelerin yanı sıra özellikle bireysel belleğin taşıyıcısı olan bu müzeler izleyenlere ilginç bir deneyim yaşatıyor. Bu konuda Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi iyi bir örnek. Çıkış noktasını Orhan Pamuk’un Masumiyet romanından alan Masumiyet Müzesi bir kurgu mekân olarak kuruldu. Romandan ilham alınarak açılan müzeyi gezerken romandan bazı alıntıların seslendirilmesi de kulağa hoş geliyor. Gezerken sanki kitabın sayfalarını karıştırıyor gibi oluyorsunuz. Müzenin ilginç bir öyküsü var. Orhan Pamuk daha henüz romanı yazmadan aklında iki proje ile işe girişiyor. Roman yazmak ve romanın müzesini oluşturmak. Her iki proje de romanın yazılmaya başlandığı andan itibaren eş zamanlı bir şekilde birbirlerini besleyerek ilerliyor. Orhan Pamuk bu karara vardıktan sonra, Çukurcuma’da bir bina satın alıyor. Seçilen bina İstanbul’un sıradan bir sokağında alelade bir bina. Öne çıkan hiçbir görünür özelliği olmayan bu mekânın ilginç olan bir yanı yok. Bu sıradanlık duygusu bu projede Orhan Pamuk’un altını çizdiği bir konu. Yazar, sanatı yüksek ve düşük seviyeli olarak ayırmıyor; sanatsal değeri olan bir eseri, el işiyle tornada üretilmiş bir nesneyi birbirinden ayrı görmüyor. Gündelik yaşamımızda kullandığımız her nesneyi izleyiciye/okura vermek istediği mesajı iletmede kullanıyor. Dolayısıyla geleneksel müze anlayışının sınırlarını da genişletmiş oluyor. Orhan Pamuk’un usta kaleminden çıkan bu buruk aşk öyküsü müzeyle eş zamanlı düşünülmüş bir sanat projesi. Müzenin içinde ne olduğu ziyaretçiler tarafından çok merak ediliyor. Müzenin içinde romanın ana karakterinin biriktirdiği eşyalar sergileniyor. Türkiye'nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi İstanbul Modern'in, Renzo Piano Building Workshop tarafından tasarlanan yeni binası Mayıs 2023 ziyarete açıldı. Yapı, İstanbul Boğazı ve Haliç’in birleştiği Karaköy sahilinde, müzenin orijinal konumunda yer alıyor.10.500 metrekarelik yeni İstanbul Modern, dinamik bir dizi geçici sergi, disiplinler arası eğitim programları, film gösterimleri ve halka açık geniş bir sanat koleksiyonu için amaca uygun olarak inşa edilmiş bir alan sağlıyor. 1945’ten günümüze uzanan dönemi kapsayan koleksiyonda, Türkiye’nin sanatsal yaratıcılığını yansıtan ve sanatın küresel dönüşümünde etkin rol oynayan uluslararası sanatçıların eserleri yer alıyor. Renzo Piano‘nun Türkiye’deki ilk projesi olan binanın tasarımında, İstanbul Boğazı’nın ışıltılı sularından ve ışık yansımalarından ilham alınmış. Binlerce yıldır liman olarak kullanılan bir bölgenin tarihini yansıtan yapının dış hatları, Avrupa ve Asya arasında gidip gelen farklı büyüklükteki gemileri ve Boğaz’dan İstanbul Boğazı’ndan atlayan bir deniz canlısını çağrıştırıyor. Cephe, değişen güneş ışığıyla oynayan ve balık pullarını çağrıştıran parıldayan, yanardöner bir cephe oluşturan bir dizi 3 boyutlu şekillendirilmiş alüminyum panellerden oluşuyor. Varışta, şeffaf zemin kat sahil gezinti yolunun manzarasını sunarken müze kütüphanesine, eğitim ve etkinlik alanlarına, dijital dokunmatik ekranlara, bir kafeye ve müzenin sergilerinden ilham alan yeni nesne koleksiyonlarının yer aldığı bir müze mağazasına ev sahipliği yapıyor. İstanbul Modern Müzesi kurulduğu 2004 yılından bu yana 8,5 milyon ziyaretçiyi ağırladı. Müzenin ücretsiz eğitim programlarından bugüne kadar 850 bin çocuk ve genç faydalandı. Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul'da Boğaziçi'nin en eski yerleşimlerinden Emirgan'da yer alıyor. Müzenin ana binası olan villa, 1925 yılında Mısır Hidiv ailesinden Prens Mehmed Ali Hasan tarafından İtalyan mimar Edoardo De Nari'ye yaptırılmış ve Hıdiv ailesinin değişik mensupları tarafından uzun yıllar yazlık konut olarak kullanılmış. Hacı Ömer Sabancı tarafından Hidiv ailesinden satın alınan köşk, aynı yıl satın alınarak önüne yerleştirilen Fransız heykeltıraş Louis Doumas'ın 1864 yapımı at heykelinden ötürü 'Atlı Köşk' olarak anılmaya başlanmıştır. Atlı Köşk'ün arazisi içindeki ikinci at heykeli ise, 1204 yılında 4. Haçlı Seferi sırasında Haçlı kuvvetlerince yağmalanan İstanbul Sultanahmet meydanından alınarak, Venedik San Marco kilisesi önüne yerleştirilen 4 attan birisinin dökümüdür. 1966 yılında Hacı Ömer Sabancı'nın vefatından sonra aile büyüğü olan Sakıp Sabancı tarafından sürekli konut olarak kullanılmaya başlanan Atlı Köşk, uzun yıllar Sakıp Sabancı'nın zengin hat ve resim koleksiyonunu barındırmış, 1998 yılında da Sabancı ailesi tarafından içindeki koleksiyon ve eşyalar ile müzeye dönüştürülmek üzere Sabancı Üniversitesi'ne bağışlanmıştır. Modern bir galerinin eklenmesiyle 2002 yılında ziyarete açılan Müze'nin sergileme alanları 2005 yılındaki düzenleme ile genişletilerek, teknik düzeyde uluslararası standartlara kavuşmuştur. Bugün Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi zengin koleksiyonu, kabul ettiği kapsamlı uluslararası geçici sergileri, konservasyon birimleri, örnek eğitim programları, yapılan çeşitli konser, konferans ve seminerleriyle çok yönlü bir Müzecilik ortamı sunmaktadır. Pera Müzesi kültür ve sanat alanında ülkeye katkı sağlamak isteyen Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından 2005 yılında kurularak hizmet hayatına başladı. Müzenin yer aldığı binanın tarihi 1893 yılına dayanıyor. Kapılarını 2005 Haziran ayı başlarında açan Pera Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın, kentin bu seçkin noktasında kültür-sanat hizmeti vermek amacıyla hayata geçirdiği geniş kapsamlı bir kültür girişiminin ilk adımıdır. Bu projede bir ‘müze-kültür merkezi’ işlevini üstlenen Pera Müzesi için, 1893 yılında mimar Achille Manoussos’un İstanbul’un gözde semti Tepebaşı’nda inşa ettiği yapı, Mimar M. Sinan Genim tarafından tümüyle elden geçirilerek çağdaş donanımlı bir müzeye dönüştürülmüş ve hizmete sunulmuştur. Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na ait “Oryantalist Resim”, “Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri” ve “Kütahya Çini ve Seramikleri” koleksiyonlarını ve bu koleksiyonların temsil ettiği değerleri; sergiler, yayıncılık ürünleri, sözlü etkinlikler, film gösterimleri, öğrenme programları ve bilimsel çalışmalar aracılığıyla kamuyla paylaşan, gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlayan Pera Müzesi, süreli sergileriyle de dünya sanatının önemli isimlerini ağırlamaktadır. Rahmi M. Koç Müzesi, İstanbul’un Hasköy semtinde, Haliç kıyısında bir sanayi müzesidir. 1994 yılında iş insanı Rahmi Koç’un desteği ile açılan müze, Türkiye’de sanayi, ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine adanmış ilk önemli müzedir. Müzede sık sık organizasyonlar, konserler ve özel sergiler düzenleniyor. Bunlardan biri 2006 yılı sonunda açılan "Leonardo: Evrensel Deha Sergisi" adlı Leonardo da Vinci’nin çizimlerinden oluşturulan makine örneklerinin sergisiydi. Müzedeki dikkat çekici eserlerden bazıları Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi'ne ait araştırma alet ve makineleridir. Ayrıca uçaklar, lokomotifler, tarihi araçlar gibi ulaşım araçları, oyuncuklar ve modeller, matbaa makineleri, iletişim aletlerinin sergilendiği Lengerhane binasının yanında "Café du Levant" adlı Fransız mutfağı ağırlıklı bir restoran bulunuyor. Tersane bölümünde sergilenen eserler denizcilik koleksiyonu, bilgisayar tarihine ait objeler, motosiklet ve bisikletler, at arabaları, kağnılar, klasik otomobiller, raylı ulaşıma ait eserler, tarımla ilgili objeler, zeytinyağı fabrikası ve su altı koleksiyonudur. Ayrıca Rahmi Koç galerisi de bu bölümde yer alıyor. İstanbul’un en iyi çağdaş sanat müzelerinden biri de Vehbi Koç Vakfı kuruluşuna ait olan Arter. Bu müze 2010 yılından 2018 yılına kadar İstiklal Caddesi’nde hizmet verdi. Burada sergiler, söyleşiler, performanslar, atölyeler ve daha pek çok kültür sanat organizasyonu gerçekleştirildi. Artık Arter İstanbul’un Dolapdere semtinde ziyaretçilerini ağırlıyor. Türkiye’de çağdaş sanata olan ilgiyi artırmak amacıyla kurulmuş bir başka müze de Borusan Contemporary. Ev sahipliği yaptığı son derece özel koleksiyonları görmek isterseniz bu müzeyi atlamayın derim. Borusan Holding Yönetim Merkezi'nin faaliyet gösterdiği Rumelihisarı'ndaki Yusuf Ziya Paşa Köşkü 100. yaşında 'Borusan Contemporary' adıyla Türkiye'nin çağdaş sanat alanındaki ilk ofis müzesine 2011 yılında dönüştü. Hafta içi ofis olarak faaliyetine devam eden Perili Köşk, hafta sonları birbirinden yenilikçi sergileri halkla buluşturuyor. Borusan Contemporary'nin kuruluş kararını tüm Borusan çalışanları ile birlikte alıyorlar. Perili Köşk'ü bir ofis müzeye dönüştürme fikri ortaya çıktığında çalışanlarının tümünün görüşlerini alıyorlar ve ofis müze ortamında çalışacak olmaktan büyük heyecan duyacaklarını belirtiyorlar. Ayrıca çalışanların büyük bir bölümü ofis müzenin tanıtımı için gönüllü olarak destek veriyorlar Tüm personel Borusan'ın çağdaş sanat odaklı sosyal sorumluluk projelerinden birini daha hayata geçirmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Projenin kabul edilmesiyle hafta içi ofis (Borusan Holding yönetim merkezi), hafta sonu Borusan Contemporary olarak 2011 de hizmet vermeye başlıyor. Binanın ofis mekanlarında koleksiyondan seçkiler sergileniyor. Geçici sergiler ise ayrı galeri alanlarında gezilebiliyor. Ziyaretçilere, butik ve cafe hizmeti de sunulan Borusan Contemporary'nin programında her yıl farklı medya ve kavramsal içerikle geçici üç sergi yer alıyor. İstanbul renkli ve heyecan verici! Ayrıca tam bir sanat şehri. Artık İstanbul müzeler turunuz için hangi müzelerin daha popüler olduğunu biliyorsunuz. Geriye sadece İstanbul’daki müzeleri ziyaret etmek ve anın tadını çıkarmak kalıyor. Dünyanın Çeşitli Ülkelerinde Müze Gezilerinin Tedavi Olarak Kullanıldığını biliyor muydunuz? Müze ziyaretlerinin çeşitli psikolojik sorunlara karşı iyi bir ilaç olduğunun ve kişinin sosyo kültürel anlamda gelişmesini sağladığının anlaşılmasının ardından Kanada’da doktorlar da müze gezisini psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanmaya başladı. Kanada’da bulunan doktorlar psikolojik sorunlar yaşayan hastalarına depresyon tedavisi için ücretsiz müze ziyareti reçetesi yazabiliyor. Ayrıca bu uygulamayı Belçika’da takip ederek uygulamaya başladı. Kanada Frankton Doktorları Derneği müze gezen hastaların sanat eserleriyle ilgilenirken hastalıklarını unuttuklarını ve bunun da tedaviyi kolaylaştırdığını belirtiyorlar. Dolayısıyla müzeler sadece ileri teknoloji ürünlerin, sanat eserlerinin ve tarihi objelerin sergilendiği yerler olmaktan çıkmış oluyor. Müze gezileri içsel yolculuklarımızı destekleyen, ruhumuza dokunan a dönüşmüş oluyor. Bu nedenle müze gezilerine zaman ayırmak, ruh ve zihin sağlığımızı desteklemek için değerli bir adım olduğunu aklımızda tutalım, müze gezmenin keyfini yaşayalım.
E-DERGİ
İzmir Life şimdi internette.
Tıklayın, okuyun...
Güncel sayıya göz atın