OCAKSUBAT2025
Günter Soydanbay
Brükselizasyon
Brükselizasyon
Çirkin, sevimsiz, kimliksiz, düzensiz... Brüksel’i ilk kez görenlerin söyledikleri kelimeler genelde böyle. İnsanların aklında, "Avrupa Birliği’nin başkenti" denince klasik, bakımlı ve düzenli bir Avrupa şehri canlanıyor. Ama Brüksel’e adım attığınızda, karşınıza bambaşka bir manzara çıkıyor. Dere yatağı gibi kıvrılan caddeler, çevresiyle alakasız binalar ve iki arabanın geçemediği daracık sokaklar... Şehrin bu plansız ve uyumsuz hali o kadar dikkat çekmiş ki, bu tarz yapılaşmayı anlatmak için kullanılan terime Brüksel’in adı verilmiş: Brükselizasyon.
Şehir planlamasında "Brükselizasyon," bir şehrin eski, güzel ve tarihi binalarının yıkılıp yerlerine modern, yüksek ve beton yapılar yapılması anlamına geliyor. Bu terim, 1950’lerden itibaren Brüksel’de yaşanan kentsel dönüşüm sürecinden doğmuş. Şehirdeki yöneticiler, eski binaları yıkıp yerine "modern" beton yapılar inşa etmeyi bir ilerleme olarak görmüşler. Aynı zamanda, araba kullanımını artırmak için geniş yollar ve otobanlar yapmışlar. Bu yolları inşa etmek için birçok tarihi mahalle yok etmişler. Şehrin tarihi dokusu ve mimari mirası, modernleşme adı altında büyük ölçüde tahrip edilmiş.
Avrupa Birliği’nin başkenti olmaya giden 20 yıllık zaman dilimi içinde Brüksel’deki ofis binalarının sayısı beş kat artmış. Ancak bu binaları kentin dışına yapmamışlar. Aksine, tarihi Art Nouveau tarzı binalar yıkılarak, Avrupa Birliği kurumları için modern ofis binaları inşa edilmiş. Buna paralel olarak şehrin dört bir yanında yüzlerce yıllık tarihi binalar, eski çarşılar ve kendine has mimariye sahip yapılar yerlerini iş merkezleri, plazalar ve gökdelenlere bırakmış.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, Brüksel’de yapılan bu yanlış kararların sonuçları çok net görülüyor. Tarihi yapılar ve mahalleler kaybolmuş, yerlerini estetikten uzak ve ruhsuz binalar almış. Bu durum, şehirlerin nasıl büyümesi gerektiği konusunda önemli bir ders veriyor: Modernleşmek güzel bir şey, ama bu geçmişe ve şehrin ruhuna zarar vermeden yapılmalı. Brüksel’in bugünkü görüntüsü, bu dengenin kaybolmasının nelere yol açabileceğini gösteren bir örnek.
Brükselizasyon’un hikayesini dinleyince insan ister istemez İzmir’i düşünüyor. Kendimi bildim bileli, İzmirliler hep beyin göçünden yakınırlar. Evet, İzmir’in yetiştirdiği sayısız eğitimli, yaratıcı insan, başta İstanbul olmak üzere başka yerlere taşınmış. Şehrin potansiyelini oluşturan bu insanlar, farklı fırsatların peşinden gitmişler ve İzmir’de kalmamışlar. Ancak bence asıl sorun, İzmir’in yalnızca beyin göçü değil, bir de ruh göçü yaşaması. Çünkü bir şehir, sadece insanlarıyla var olmaz; o insanların yaşadığı mekanlar, sokaklar, binalar ve bu yapıların taşıdığı tarih, şehrin ruhunu oluşturur. Bu bağ koparsa, şehir kimliğini de kaybeder.
Son 100 yılda İzmir’in eski binaları birer birer yok olurken, sokaklarının o kendine has dokusu ve tarihinin bir parçası da silinmiş. İnsanlar gitmiş, mekanlar değişmiş, şehrin belleği yavaş yavaş silinmiş. Geçmişle bağlar koptukça, İzmir kimliksizleşmeye başlamış. Bugün İzmir’de, bir zamanlar bu şehri İzmir yapan ruhun izlerini bulmak için epey uğraşmanız gerekiyor. Bu yüzden ruh göçü, beyin göçünden bile daha derin ve kalıcı bir yara bırakmış olabilir.
Bugün İzmir’e baktığımızda, tarihi soluyabileceğiniz neredeyse tek bir yer kalmış durumda: Kemeraltı. Oysa eskiden İzmir’in dört bir yanında tarih vardı. Kordon’daki eski yapılar, Alsancak’ın zarif binaları, Bornova’nın levanten köşkleri, Basmane’nin kozmopolit atmosferi… Bunlar ya tamamen yok olmuş ya da günümüzün plansız, kimliksiz yapılaşmasına teslim olmuş durumda.
Kemeraltı ise hâlâ İzmir’in geçmişine açılan bir pencere gibi duruyor. O dar sokaklarda dolaşırken, taş binaların arasında geçmişin izlerini hissedebiliyorsunuz. Ama bu alanın korunmaya ihtiyacı var. Kemeraltı’na gözümüz gibi bakmalıyız. Çünkü eğer o da kaybolursa, İzmir’in kalan son tarihi dokusu da silinmiş olacak. Bu sadece bir mekan kaybı değil, bir kimlik kaybı demek. İzmir’i gerçekten korumak istiyorsak, onun ruhuna sahip çıkmamız gerekiyor.