MAYISHAZIRAN2025
Avram Ventura
Uyum içinde
Uyum içinde
Televizyonda gençlerle yapılan bir programı izlerken, aklıma şu sorular takıldı:
Ülkemiz insanının büyük çoğunluğu mesleğiyle ilgili bir işte çalışabiliyor mu? Ayrıca bu insanlar çalıştıkları işte mutlular mı? Mutlu değillerse, zorunlu bir çalışma, hayatlarını nasıl etkiliyor?
Bu konularla ilgili bir istatistik yapılmış mıdır, hiç bilmiyorum. Benim de bir anda nasılsa bu soruların çengelleri beynime takılıverdi. Gördüklerime ve okuduklarıma dayanarak bunları yanıtlamaya çalışırsam, mutlu insanların azınlıkta kaldıklarını söyleyebilirim. Gençlerde sorunların daha üniversite seçme sınavlarında başladıklarını görüyoruz. Öyle ki içlerinden birçoğu istediği değil, kazanabildiği fakülteye girmek zorunda kalıyor. Mezun olduktan sonra da, giderlerini karşılayabilmek için, kendi mesleklerinden çok bulabildikleri işte çalışıyorlar. Bu kısır döngü içerisinde, işlerinde başarılı olsalar da ne denli mutlu oldukları kuşkuludur. Ellerinde diplomalarla iş arayanları konumuzun dışında bırakıyorum.
Çalışma ortamında hissettiğimiz mutluluk ya da mutsuzluğumuz, yalnızca iş saatlerimizi değil, kuşku yok ki tüm hayatımızı etkiliyor. Bunun yalnız maddesel getirilerimizle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Sevmediğimiz bir işi yaptığımızda, yaratıcılığımızın da köreldiğini söyleyebilirim.
Ünlü Alman düşünürü Moses Mendelssohn dindar ama yoksul bir aileden geliyor, buna karşın toplum tarafından çok seviliyor ve sayılıyormuş. Genç yaşlarında bir dönem, bir tüccarın yanında çalışmış. O yoğun günlerinden birinde, bir arkadaşı ziyarete gitmiş ve söyleşirlerken ona şöyle söylemiş: “Senin gibi zeki ve bilge birinin, eline su bile dökemeyecek bir adama ekmek için hizmet etmesi hem çok yazık hem de büyük bir haksızlık.” Bu söz üzerine Mendelssohn, arkadaşına bakıp şöyle demiş: “Yazgımız böyleyse, bazı şeylerin olduğu gibi kalması daha iyi. Ancak böylelikle patronum yaptıklarımdan yarar sağlıyor, ben de yaşayacak kadar kazanıyorum. Eğer ben patron olsaydım, o da benim kâtibim olsaydı, o zaman ona ihtiyaç duymayabilirdim.”
İçinde bulunduğu olumsuz bir konumu olgunlukla karşılamak, hatta buna minnet duymak, doğrusu her insanın harcı değil! Yeri geldiğinde bunu hak etmediğimiz için üzülüyoruz, kızıyoruz, bazen de başkaldırıyoruz. Elbette ki her şeyin daha iyisini, daha güzelini umut edeceğiz; ama bu beklentiyle içinde bulunduğumuz ânı karartarak değil! Öncelikli görevimiz, üstlendiğimiz iş ne olursa olsun, onu en iyi şekilde yerine getirmek olmalıdır.
New York’taki büyük bir postane binasında, MÖ 5. yüzyılda yaşamış ünlü Yunan tarihçi Herodot’un şu sözleri yer alıyor: “Ne kar, ne yağmur, ne de gecenin karanlığı, bu ulakları, onları bekleyen görevi hızla tamamlamaktan alıkoyamaz.”
Aradan yüzyıllarca da geçse, tanımlar değişmiyor, görevimiz her zaman önem sırasındaki yerini koruyor. Kuşkusuz yaptığımız işten de keyif alarak!
Gandi’nin bir sözünü paylaşmak istiyorum: “Bildiğini yaşayamıyorsa insan, yalnızlaşır ve mutsuz olur. Mutluluk, insanın düşündüğü, söylediği ve yaptığı şeylerin uyum içinde olduğu andır.”
Belki hayat boyunca harcadığımız tüm çabalarımızın gizi, uyum kavramı içinde barınıyor. Fiziksel, sosyal, psikolojik özelliklerimizi benimseyerek bunları etkin bir şekilde kullandığımızda, kendimize yönelik uyum nitelikleriyle donanmış oluyoruz. Bir başka deyişle kendimizle barışık oluyoruz. İçimizde başlayan bu uyumla, yaşadığımız çevre arasında dengeli ve düzenli bir ilişki kurup sürdürebilmek önemlidir. Bunu sağladığımızda, sürekli yarar getirebilecek, toplumsal ve evrensel anlamda bir huzur ortamını paylaşabileceğiz.
Ne mutlu bu uyumu yakalayabilmiş insanlara…