EYLULEKIM2024
Zekeriya Şimşek
İzmir İçin İntihar Vakti: Kent Lokantası, Bomonti, İstinye vs.
İzmir İçin İntihar Vakti: Kent Lokantası, Bomonti, İstinye vs.
Şehirlerin kimliğini şekillendiren çokça yerel yöneticilerdir. Bir şehri değerlendirirken ilkin yerel yöneticisinin kim olduğuna bakarım/bakılır; şehrin duruşu size burayı yönetenlerin kilosunun/boyunun ölçüsünü verir. Fârâbî’nin (870-951) “fazıl şehir”e dair tespitleri bu bağlamda yüzyıllardır hep günceldir: “Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: birisi reisin riyasete tabiat ve yaratılışı ile müsait bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve irâdi melekesi ile riyasete tabiat ve yaradılışı ile müsait bulunmasıyla.” (*)
İzmir’i son yıllarda hep CHP’li belediye başkanları yönetiyor; sonuç karşımızda. Benim gördüğümü/sizin gördüğünüzü yerel yöneticiler ve ekipleri görmüyor olabilirler mi?
Gelelim başlıktaki unsurlara ve İzmir için neden birer intihar girişimi olduklarına.
Şimdi diyeceksiniz ki; 50 TL’ye 4 çeşit yemek, belediye daha ne yapsın?
Dahası var; bir-iki ay önceydi Kültürpark’tan geçerken geçici belediye binası önündeki konteyner çay ocağından çay aldım, 3 (üç) TL. Çayımı isterken iki kişinin aralarındaki konuşmaya da mecburen tanık oldum: “Abi şu güzelliğe bak tavşan kanı 3 TL.” “Şerefsizler milleti nasıl da kazıklıyorlar.” Şerefsizler diye kastedilen 3 TL üzeri çay satanlar…
Öncelikle; iktidarın -ekonomideki- yanlışları, muhalefetin Kent Lokantası gibi yerler açmasını meşrulaştırmaz. Kamunun (merkezi+yerel yönetimler toplamı) görevi, popülizm ve ticaret yapmak değildir. Kamunun görevi, denetlemek ve yönetmektir. Bu işlerin goygoyculuktan imtinayla, liyakat ve hakkaniyet aparatlarıyla şeffaflık ve hesap verebilirlik perspektifli yapılması şarttır. “Denetim”i biraz açarsak; kurallara/yasalara uygunluğu sağlamak, önlemler almak, uygulamayı takip etmek, gerekirse cezalandırmak. Örneklersek; kamunun görevi; lokanta açmak/işletmek değil lokantaları hijyen, fiyat, işgaliye vb. kriterler bağlamında denetlemektir. (1580, 1593, 3030, 3572 sayılı kanunlarla belediyelere verilen yetki, 560 sayılı KHK ile Bakanlığa devredildi dediğinizi duyar gibiyim; “kamu” diyorum, siyaset esnafının ayak oyunları/laf ebelikleri bir yana.) Kamu mal üretimi yap(a)maz; yaparsa haksız rekabete yol açar. Piyasa açısından kaotik bir eylemdir haksız rekabet.
İnsanlar dünyaya “farklı yetenek seviyeleri”yle gelir… Yaşam yarışına herkes aynı noktadan başlasa da “yetenekli olanlar” yıllar içinde avantajlı duruma geçiyor ve dilediklerince yaşamak için ihtiyaç duydukları olanaklara nispeten kolaylıkla ulaşıyor. Ama “para edecek” yetenekleri olmayanlar bu olanaklardan mahrum kalıyor. Dünyada sadece diğerlerinden daha zeki, daha güzel, daha atletik, daha gözü kara ya da kara gözlü, daha becerikli olanların “iyi yaşamak hakkı” vardır, geri kalanlar öyle ya da böyle ömürlerini kölelikle geçirmeye mahkûmdur denilebilir mi? Özetle, devlet olma/kurma düşüncesi bu dengesizliği gidermek (eğitim, sağlık, spor, altyapı, sosyal konut vb. hizmetler temini) ve güvenlik amaçlı bir araya gelmek fikrinden/ihtiyacından doğmuştur. Kamunun varlık sebebi dolayısıyla birincil görevi budur! Sakin kafayla bir düşünün lütfen...
KAMU; POPÜLİZM YAPARSA KAYNAKLARINI YANİ HALKININ PARASINI HOYRATÇA/HOVARDACA KULLANMIŞ OLUR, TİCARET (SANAYİCİLİK DAHİL) YAPARSA HAKSIZ REKABET YARATMIŞ OLUR. (İkisinin de sonu hüsrandır, bedelini yine halk öder; artırılan vergilerle.) Açıklayayım; belediyenin ne görevi ne de başarısıdır 3 TL çay, 50 TL yemek satmak; belediyenin görevi 20-50-100 TL çay satan yerleri, kafasına göre fiyat listesi yazan mekânları makul fiyat-kaliteli hizmet kriteriyle hizaya getirmek/denetlemektir. 3 TL çay, 50 TL yemek satmak; işin kolayına kaçmaktan öte görevi ihmaldir. Sonuç; bir göz boyama/algı yönetimi aracı olarak “Kent Lokantası” popülist bir uygulamadır.
W.Shakespeare (1564-1616), “Şehir demek, insan demektir,” diyor. Her insanın şehir ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde yaşadığı, bağlandığı, sevdiği, nefret ettiği, şehir onun yaz(g)ısıdır aynı zamanda. Artık kaldırım yenilemenin ötesine geçilerek kültürel faaliyetlerin ve uzun vadeli/kalıcı işlerin merkezi olmalıdır şehir. Kendine has kimliği olmalıdır/vardır şehrin. İnsan gelişirse şehir gelişir, şehirler gelişirse ülke güzelleşir. İnsan biraz da yaşadığı şehre benzemez mi? Bir su gibi o kabın/şehrin şeklini alır/almalıdır. Orada kişiliğini, candan komşulukları, kanaatkârlığı bulur/bulmalıdır. Ben Eşrefpaşa’da büyüdüm, orada yoğrulan çocukluğum benim sığınağımdır. Kişiliğimi pekiştirmiş; aşinalık bende iflah olmaz şehir/hemşehrilik sevgisine dönüşmüştür.
Yaşadığınız şehrin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Zamanı çekip çıkarın aradan sizde nasıl kalıcı izler bıraktı, imgeler oluşturdu bu mekânlar? Ne kadar çoğalttı sizi ve sözünüzü? Şimdilerde yeni sokaklar numaralı; şehrin hafızasına bu denli duyarsızlık sizi yiyip bitirmiyor mu? “Mahalle baskısı”nı bile popülist yaklaşımlarla pazarlıyorlar bize; eskiden o dünyaya doğar, o kültürle yoğurulurduk. Mahalleli başkasının çocuğunu kendi çocuğu gibi kollar, çocuklar da mahallenin büyüklerini kendi anne ve babaları gibi sayardı. Her “muhit”in kendine has kokusu ve dokusu vardı. Bunlar şehrin zenginliğiydi. Ya şimdi? Kendine has kimliği olan şehirlerimiz yok artık. Kendine has kimliği olan İzmir yok artık. Nedir bu, İzmir’de İstanbul referanslı mekân adları, kime ne faydadır?
Sözü yeniden Fârâbî’ye bırakıyorum: “Fazıl (erdemli) şehir tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar...” Şu ayrımı da yapar: “Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil şehir, fasık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl şehre aykırı olan ferdlerden de şehir belâlarını (şehir düşmanlarını) saymak lazımdır.” Biz de belediyecilik rüzgâr yönlüdür, bilimsel yönetim ilkeleri ile pek muhatap olmaz. Kamu ticarethane işletmez, ahalisindeki ticarethaneleri denetler. Şehrin kimliğini korumak, yerel yöneticilerin birinci görevidir.
Unutmayalım ki; şehir bir kültür ve siyaset alanı. Ve İzmir, bugün gitgide çürüyen bir varlık. Yaşayan, organik, sürekli değişen ve ileriye doğru değil, çukurun dibine çekilen bir varlık. Artık ne kimliği kaldı ne kültürü. Ve biz onun içindeyiz. Okuduğunuz bu yazı da onun kültürünün bir parçası. Onun temsil ettiği ileri, nitelikli kültür yok edilmek isteniyor. Bu gidişin geriye döndürülmesi elbette mümkün. Bunun için yoğun ve kararlı hem düşünsel düzeyde hem sahada mücadele etmek gerekiyor.
Nâzım Hikmet “Saman Sarısı” şiirinin girişinde şöyle der:
“iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”
“Şehrimizin yüzü” gün geçtikçe bayağılaşıyor…
İzmir, kendi hikâyesini yazan şehirdi, “nevi şahsına münhasır şehir”di, gâvur İzmir’di; başkalarının hikâyesine figüran/piyon olmak uğraşı niye?
Ve hemşehrilik bilinciyle diyorum ki; İzmirli Hemşehrim; kendine gel, ağırlığını bil ve bu üç mekâna gitme!
(*) Fârâbî (1990), el-Medîneü’l-fâzıla (Çev. Nafiz Danışman), Ankara: MEB Yayını, s.124.