MARTNISAN2025
OİNOKHOE
KARUN HAZİNELERİNDEN ŞARAP SÜRAHİSİ: OİNOKHOE Gyges ile başlayıp ta 150 yıl süren Lidya Krallığı, kral Kroisos zamanında en parlak dönemini yaşamıştı. Kroisos’un öyle müthiş, dillere destan zenginliği vardı ki MÖ 6. yüzyılda bu hazine tüm antik liderlerin başını döndürmüştü. Hiç üşenmeden bu zenginliğe sahip olmak isteyen Persler, doğudan güçlü bir şekilde önce Kapadokya’ya geldi ve sonra da Ege Bölgesi’ne uzanarak Lidya hanedanlığına son verdi. Bu tarihten sonra Anadolu’ya yerleşen Perslerin egemenliği, 200 yıl sonrası Büyük İskender’in gelişine kadar sürdü. Daha sonra ise tüm Anadolu’da Helen, Roma ve Bizans hâkimiyetleri ve medeniyetleri ardı ardına hüküm sürdü. Burada bir şeyi ortaya koymamız gerekiyor. Evet, Lidya Kralı Kroissos zengindi ama halkı da onun kadar zengindi. Bunların arasında tüccarlar, çiftlik sahipleri ve askerlerden oluşan çok sayıda soylular vardı. Onların ölümleri de debdebeli törenlerle yapılıyor ve krallar gibi yığma tepelere gömülüyorlardı. Bunun ispatı olarak Gölmarmara da bugün 90’a yakın Tümülüs’ü görmekteyiz. Bu mezarlarının hepsi Kral Kroisos ve ailesine ait olmayacağına göre bu tepe mezarlar o yörede yaşayan, sevilen soylular ve zenginler için yapılmıştır diyebiliriz. Bu mezarların üzeri ölen kişinin şanına layık bir şekilde toprakla kapanıyordu. Mezarın üzeri ne kadar çok toprakla örtülmüşse, bu o kişinin o kadar çok sevildiğinin ve değerli olduğunun nişanesiydi. Ayrıca, bu şahsiyetler ölünce kendine ait çok değerli altın, gümüş ve ziynet eşyalarıyla birlikte gömülüyorlardı. Kıymetli eserlerle dolu bu Tümülüsler yıllarca o yörede hiç ellenmeden sakin bir şekilde durdular. Kimse buraları merak edipte ya bunun içinde ne var deyip kazmamıştı. Halk lahitlerin kapağını açmak kolay olduğu için onlara yönelmişti. Deniyor ki bazı soygunlar olduysa da bu da tek tük olmuştur. Ancak 19 ve 20. yüzyılda bu definecilik işleri ülkemizde çok yaygınlaştı. Avrupalı aristokratların 19. yüzyıldan sonra gelişen antikaya düşkünlüğü, bizde ki defineciliği, çok kuvvetli bir şekilde tetikledi ve sonunda da bu iş yağmaya dönüştü. Bu yağmanın en önemlileri, Uşak- Güre yakınlarında bulunan Top tepe, İkiztepe, Aktepe ve Basmacı ve Harta Tümülüslerinin kazılmalarıyla başlamıştı. Bazı değerli eserlerin bulunduğunu duyan Avrupalı antika eser kaçakçıları da Anadolu’ya üşüşür olmuşlardı. İsviçrelisi, Amerikalısı İstanbul’da, Anadolu’da cirit atmaya başlamıştı. Öyleki her yabancı antika kaçakçısının, başta İstanbul Kapalıçarşı kuyumcuları olmak üzere her Ege kentinde şube gibi çalışan adamları vardı. Hem de bu yurt dışından gelen gözü dönmüş kaçakçılar, eski eserlere inanılmaz paralar ödüyorlardı ki kimse o paralara hayır diyemiyordu. Bu kaçırılan eserlerin, yurt dışındaki en büyük alıcısı ise Amerika’daki Metropolitan Müzesi’ydi. Gözü kara kaçakçılar ellerine ne geçti ise doğrudan bu müzeye kat kat fazla fiyata devrediyorlardı. Sistem çok güzel kurulmuş ve çark tıkır tıkır işliyordu. Buna ülkemizde “Hop bi dakika, beyler burada ne oluyor” diyen kimse de yoktu. Bırakın dur diyeni, yağmayı önleyecek kanunlarımız bile yoktu. O, yıllarda antika eser ticaretinin cezası en fazla 20 gün cezaevinde yatmaktı. Ayrıca kazı alanları koruma altında da değildi. Yaz aylarında birkaç ay kazı yapılan yerler, kışın terk ediliyordu. Yani antik yerlerimiz, Allaha havale ediliyordu. Bu durumların üstüne üstlük o zamanın siyasetçileri de, “Ne var bunda, vatandaş bu işten ekmek yiyor, bırakın garipler üç beş kuruş para kazansın, cezalandırmayalım” diyordu. “Ağalar, beyler bunlar ülkemizin değerleridir koruyalım” diyerek verilen kanun teklifleri bile hemen red ediliyordu. Öyle ki bu vurdumduymazlık, kaçakçıların dernek kurmalarına, gece gündüz detektörlerle define aramalarına kadar iş gitmişti. İşte o yıllarda böyle bir ortamda Güre’den Mıdıklılı Ahmet adlı şahıs, 10 kişiyle birlikte bir tümulusu soyar. Bulduklarını da iyi paralara satarlar. Altlarına da yepyeni gıcır arabalar alırlar ve evlerini yeni mobilyalarla donatırlar. Hal ve hareketleri değişmiştir. Kasabada gerine gerine dolaşmaktadırlar. Öteki köylerin kadınları, bunlardaki değişimi görünce kocalarına “Tüh yazıklar olsun size bir Mıdıklılar kadar olamadınız, bakın adamlar yağ bal içinde yaşıyorlar” diyerek başlıyorlar kocalarına söylenmeye. Kadınların bu mızmızlıkları, Güre yöresindeki köylerin erkeklerini hareketlendirmiş ve onları ciddi bir şekilde her gün define aramaya itmiş. Öyleki köyde her sabah erkenden kazmayı küreği kapan, define aramaya gidiyormuş. Köylüler arasında bir define bulma yarışı başlamış ve onlar için define aramak, artık ana meslek haline dönmüş. Zaman zaman tarlalarda gümüş altın paralar bulunan bu heyecanları daha da artmış, niyetler bozulmuş daha büyük antika bulma iştahları kabarmış ve gözlerini yığma tepelere dikmişler. İşte, şimdiye kadar hiç dokunulmayan bu mezarlar, bir hışımla kazılmaya başlanmış. 1965 – 1970 yıllarında yığma tepelerin bir bir kazılıp da değerli eşyaların bulunması dünyayı şaşırtmıştı. Hele kanatlı altı broşun yanında bulunan gümüş sürahi herkesin dikkatini çekiyordu… Ağzı yonca yapraklı sürahi “Oinokhuo” O Karun hazinesi içindeki en ilginç eserlerden biri olan kanatlı at broşunu ayrı tutarsak hazinenin içinde benim ilgimi çeken çok özel bir sürahi bulunmaktadır. İşte bugün size Toptepe yığma tepede bulunan 16,3 cm yüksekliğinde gövde çapı 9,5 cm olan gümüş kulplu sürahiyi sunacağım. Eski Yunanca da şarap “oinok” diye anılırmış. Oinokhoe ise şarap sürahisi diye adlanıyormuş. Şimdiler de bu isim kullanılmaz olmuş. Bu müthiş sürahiyi ilginç kılan şeyler arasında öncelikle çok özel tasarımı var. Sürahinin üzerindeki detaylar koçlar, aslanlar ve çıplak erkek figürünün sunumu öyle müthiş ki şaşırıp kalıyorsunuz. İçimden bağırarak “Ey birader, sen bunu nasıl düşünüp yaptın. O devrin sanatçısının bu sürahiyi yaratırken sanatın zirvesindeymiş. Yani adam sanatını konuşturmuş. Önce gümüş sürahinin ağzı üç yapraklı yonca şeklindedir. Bu öyle pek görülmüş şey değildir. Onu nadide kılan bir başka bir özellik ise sürahi dövme işlemiyle yaratılmış. Dökme olan kulpu ise diğer hayvan figürleriyle birlikte sürahiye lehimlemiştir. Kulp bildiğiniz basit bir parça değildir. Uzun saçlarıyla, kaşıyla, gözüyle gövdesindeki kıvrımlarla erkeklik organıyla birlikte çırılçıplak sunulmuş erkek figürü vardır. Bu erkek figür sanki ters parende atar durumda, bir atlet ya da asker gibidir. Arkaik dönemde bu atlet ya da askerlere “Kuros” adı verilmektedir. İşte bu erkek atlet figürlü kulpu, vücuduna eğim verilerek sürahiye eklenmiştir. Ve bu erkek figür iki eliyle kabın ağzına yerleştirilmiş ve aslanların kuyruklarını tutmaktadır. Sanatçı ona bu şekli verirken kulpun lehim yerlerini de örtmüştür. Yine kulpun gövdeyle birleştiği yere lehimli kısım gözükmesin diye aynı amaçla iki koç yerleştirilmiştir. Deniyor ki Yunan hidralarında ve onikocheolerinde bu figüre sıkça rastlanır. Ama bu gümüş eser her şeyiyle tektir. Aklınıza şöyle bir soru gelebilir. Peki, hocam kulp yapılmış da asker neden çıplak sunulmuş. Hemen cevap vereyim. Antik dünyada atletler ve askerler çıplak antrenman yapar ya da koşarlardı. Bu normal olan bir şeydi. Sanatçı burada ne gördüyse gerçekçi bir çalışma yapmıştır. Eseri Uşak Müzesi’nde sergilenmektedir. Bilginize sunulur.