NISAN2017 Hasibe Özdemir
Haklısın...
“Semih” diyor annem “Aman evladım!” İki kelimelik cümle uzun bir ağ gibi geriliyor önüme. Aynı anda bileğimi kavrıyor eli. Durup bakıyorum. Aman evladım!” diyor yeniden. “Biliyorsun.” “Anne aşk olsun ya!” Sesim her zamanki gibi sabırsız yine. “Derdini anlatamıyor sen de görüyorsun, gidip halledeyim işte!” Göz ucuyla bakıyor kasaya. Her şeyi ‘Aman evladım’ cümlesiyle söylemiş gibi sessiz, tanıtım broşürlerinden birine uzanıyor. Diğer eli hâlâ bileğimde. Parmakları ikna etmek ister gibi inip kalkıyor. Mağazaya girer girmez neden kasadan uzaklara sürüklendiğimi anlıyorum şimdi. Çay makinelerine bakmak bahane. “Kaç gündür ilk kez bir şeye heves ediyor oğlum. Bırak kendi halletsin.” Ütülerin arasından, kasanın önünde dikilen babama bakıyorum. Bir kâğıdın yırtılan kısmında kalmış gibi sallanıyor konuşurken. Ciddiye alınmak isteyen sesi beyaz eşyalara çarpıp yankılanıyor. İsteği arttıkça, konuşması hızlanıp daha da bozuluyor. Kızıyor sonra. Eski arabalar gibi artıyor gürültüsü, simsiyah bir alınganlık püskürtüyor. Homurdanması olduğumuz yere kadar geliyor. Geriliyorum iyice. Annem sakin. Uzun zamandır onu hiç bu kadar rahat görmedim. Dudakları bir şeye karar verdiğinde nasıl toplanıyorsa öyle. Bana değil, kapağını açtığı fırının içine doğru “Yardım isterse bir adım ötedeyiz, fırlar halledersin bekle” diyor. Sesinin tonu yüzünden mi bilmem, karşı gelecek güç bulamıyorum bu kez. Ortalıkta gezinen satış elemanları kapatılması gereken alarmmış gibi bir babama, bir bize çeviriyorlar gözlerini. Kasadaki kadın boynunu uzatmış, bakışlarımızı yakalamaya çalışıyor. Seslenmiyor henüz. Sabahın beşinde yataktan fırlamış halim, fırının cam kapağından bana bakıyor. Perişan görünüyorum ama iyiyim şimdi. Annemin adını telefonun ekranında gördüğüm anda aklıma gelen ilk şey, biz biraz daha uyuyalım diye, sıkıntıyı tek başına halletmeye çalışarak, kim bilir ne kadar beklemiş olduğuydu. Bu gibi durumlarda yaptığı inceliğin ağır bir yük olduğunu anlatamıyorum bir türlü. İki gündür işe dalıp aramamış olmanın suçluluğu da eklenince, kaygıdan çok kızgınlıkla çıktım yataktan. “Dünden beri fazla uyuyordu, gece de tutturdu ‘bırak öleyim’ diye, nefesi de değişti sanki ne yapacağımı şaşırdım” dediğinde, sakinleştirmek yerine “Ya kabızlığına, ya evin satışına takmıştır kafayı,” diye kestirip attım. Sonra hak etmediğini bile bile, terslenip durdum hastane koridorlarında. Babam da payını aldı elbet. Ona da yüzlerce kez tekrarladığım cümleleri daha da sert bir sesle sıralayıp “Şu halinden kötüsü olmasın diye uğraşıyoruz biz. Sen de artık eskiye dönmeyi bekleme,” diye ahkâm kesmeye devam ettim. Babam eliyle “gel” işareti yapıyor. Sıçrıyorum. Bileğimdeki parmaklar gevşiyor aynı anda. İki adımda kasanın başındayım. On yıldan beri çocuk muamelesi yaptığım adama hak ettiği saygıyı abartarak sunuyorum bu kez. Neredeyse önümü ilikleyeceğim. Ayarsızım, kabul. “Salı günü gelip değiştirecekler, senin numarayı da ver, gerekirse ararlar.” Cevabımı beklemeden, kurulmuş bir oyuncak gibi dış kapıya yöneliyor. Çıkıyoruz nihayet. Derin bir nefes alıyorum. Babam bizi beklemeden yola koyulmuş bile. Hastalığının kimlik kartı sayılan yürüyüşüne bakıyorum. Her yıl adımları ufalanıp daha da küçük parçalara ayrılıyor. Bir zamanlar yetişmek için koşturduğumuz adam yok artık. Gözlerim doluyor. İçimde kabaran sevgi, gücüne güvenilmez bir akıntı gibi az önceki gerilimden kalanları da alıp götürüyor. Kırmızı ışıkta beklerken elimi omzuna atıyorum birden. Dönüp bakıyor. Yüzü vitrinlerdeki mankenlere benziyor. Donuk. Belki karşılık veriyor gülümsememe, emin olamıyorum. Kaldırım taşlarını gagalayan güvercinlerin arasından meydanın sonundaki lokantaya gidiyoruz. Annemin eli bu kez kolumda, rahatlamış. Görüşmediğimiz günlerin özetini veriyor kısık sesle “Eski eve gidip geliyordu birkaç gündür. Kızma sen de. Yürüyüp gelse tamam ama durmuyor ki! Yorulup hasta olmasın diye engel olunca küstü, iki gün yattı. “Ne işi varmış orada?” “Satılacak diye dertleniyor. Bir sürü de malzeme almış yanına ‘ pencereleri sağlamlaştırsak kış için yeter’ diyor. Üşümezmişim. Görsen her yere sıkmış köpüğü, çerçevelerin etrafı üzüm gibi olmuş böyle, top top.” Sızlanmıyor hiç. Dura dura konuşması aklındakileri hizaya sokup, zamanımı çalmamak için. Gülerek anlatsa da üzgün görünüyor. “Anne” diyorum. “Masrafı yüzünden değil, biliyorsun.” “Ne değil?” “Evin satılması” diyorum. “Parayla ilgili değil. Apartmana geçerseniz rahat edersiniz diye düşündük, karda kışta.” “Öyle tabii çocuğum, sobayla zor ama işte…” Susuyoruz. Eski evini özlediğini biliyorum. Yine de sesi çıkmıyor. Ömrü bizim hayallerimizin, babamın hastalıklarının peşinde geçti. Şikâyet ettiğini duymadım hiç. “Bu doktoru sevdi” diyor birden. Konuyu dağıtmak istiyor sanki. “Yeni bir şey söylemedi ki,” diyorum kendi sözüme inanmadan. Babamın bütün ciddiyetiyle otururken “Haklısın, çok zor olmalı yaşadığın şey, çok haklısın” cümlesiyle çözülüverişi geliyor gözümün önüne. İçim titriyor. Hastalığının başından beri ilk kez ağladığına şahit olduk bugün. İlk kez kendi şikâyetlerini kızmadan anlatabildi. Lokantanın kapısına yöneliyoruz. Masalar dolu. Garson üst katta yer olduğunu söylüyor. Merdivenler dik. Sahibi iyi niyetle “Amca için zor olacaksa, biraz bekleyin, burada masa ayarlayalım” diyor. Babamın gözleri çakmak çakmak. “Vaktimiz var, yavaş yavaş çıkarız biz.” diyorum. Sakinliğimi ben bile tanıyamıyorum. Çorbasına ekmek doğruyor annem. Karşı gelmiyor. Yemeğini beklerken o da benim gibi konuşacak bir konu arıyor sanki. Öyle uzun zaman oldu ki hastalık dışında bir şeyden bahsetmeyeli. “Baba” diyorum, “hafta sonu gelsem, eski evin pencerelerine silikon çeksek beraber.” “Silikon olmaz köpük lazım,” diyor hemen. Çorbasından ilk kaşığı alıyor sonra. Ağzına gidinceye kadar dökülüyor bir kısmı. Başkalarının bakışıyla ilgilenmiyorum artık. “Çok zor olmalı” diye söyleniyorum içimden. “Hepimiz senin hastalığınla bir tünelin içine girdik ama sen dönüp duruyorsun içeride. Çok zor olmalı” Aklımdan geçenlerden habersiz “Dökülüyor” diyor, gözleri tabağında. “Boş ver, oğlun yine ısmarlar” diye gülüyor annem. Eskisi gibi silip temizlemek için atılmıyor bu kez. Çocukluğumda her pazar gittiğimiz kebapçının büyük aynasındaki kadar genç görünüyor gülüşü. “Ne diyorsun baba, bu cumartesi pencereleri bir gözden geçirelim mi?” Kaşığı yarı yolda kalıyor. “Köpük kalmadı bende.” “Alıp gelirim ben, sen söyle ne kadar lazım.” “Bilemezsin sen” diyor. Gözlerinde hınzır bir ifade. “ Sana ne satacakları belli olmaz, kim bilir neyle gelirsin eve.” Gülüyorum mağazadaki halini düşünüp “Göster madem, biz de öğrenelim alışverişin inceliklerini.” Başını sallayıp çorbasını içmeye devam ediyor. Eli daha mı az titriyor ne?