Bulunduğu sayı belirtilmemiş. Hasibe Özdemir
Sevgili Kahramanım…
Öykünü anlatmak için karaladığım kâğıt eskimeye başlamış bile. Heyecanla kurduğum ilk cümleden sonra alır yürürsün, bana iş bırakmazsın diye düşünmüştüm. Daha ilk paragrafta yere çakıldın oysa. Ters düşmüş böcek gibi, hala oradan bakıyorsun bana. Kalemimle dürtsem kalkmıyorsun, bir yol bulup çizsem gitmiyorsun. Yeni bir kâğıt çeksem önüme, öyle çok gürültü yapıyorsun ki, bir vuruşta içimin tel perdelerine yapıştırasım geliyor seni. Ne istiyorsun, neee? Kafamda serilip yatan bir sürü öykü kahramanımın içinden sivrilip, afili bir cümleyle kâğıtta belirince, demiştim ki “İşim kolay. Böyle cevval bir karakter kendisi anlatır girişi, gelişmeyi sonucu. Yanlardan ne kadar alacağız ne kadar su katacağız onu bile söyler”. Ama yok. Sen yaşlı anasının emekli maaşına yapışan işsiz oğul gibi bırakmadın ilk cümleyi. “Olay örgüsü yap,” diye önüne koyduğum ipi düğüm ettin. Sonra gidip erkenden yattın. Kütük gibi uykularınla, bir rüyalık rengi bile esirgedin. Nerenden tutacağımı şaşırdım. Yalnızlığını yazsam utanıp büzüşüyorsun. Sıkıştığın yerden çık diye aşk kanatları takıyorum, uçmak yerine çırpınıp, tüye teleğe boğuyorsun ortalığı. Son çare “Olamıyorsan, öl bari “diyorum. Mümkün mü? Yapışıyorsun kalemin soğuk ucuna, acıklı gözlerle bakıyorsun. Can bulamışken, vazgeçemediğin ne anlamıyorum. Öykün mü? Üzerinden geçelim hadi! Her sabah aynı saatte kalkıyorsun. Gülümsemene sebep olabilecek hiçbir şey yok bu evde. Haklısın çivi çakmak benim işim. Ben çaksam, sen asardın. Bu da benim suçum olsun, tamam. Belki de uzun süre yatacağın bir ameliyat geçirtmeliyim sana. Bağışlanır böylece, bu düz ve renksiz ev. Şaka yaptım, hadi ama! Hem istemiyorum hasta birini anlatmak. Sormadım gerçi, iyisin değil mi? İyisin, iyi. Biraz sararmışsın ama olacak o kadar. Kaç zamandır kapalısın defterimin yaprakları arasında. Yazılamayan bu öykünün içinde ne kadar yaşlandığını fark ediyorum birden. Anlatamazsam, koridorla banyo arasında yok olup gideceksin. İçim sızlıyor ama gördün işte, verdiğin kadarla yürümez bu kurgu. Sen bana bir şeyler söyleyeceksin ki, ben de ona bir şeyler katıp okunur kılayım. Pijamanın cebindeki o şişkinlik ne? Sağ taraftaki, evet o. Yine mi benden gizli kendi öykünü yazmaya çalışıyorsun? Bu işi kolay mı sanıyorsun? Ben kaç gece, kaç gündüz şıkır şıkır sokaklara çıkmak yerine, senin iç daraltan evinde peşin sıra yürüyorum. Sırf sen “Anlatacaklarım var,” dediğin için. Kendin anlatmak istedin demek ki, peki. Göster hadi. Böyle katlarsan okunmaz olur tabi, ver bana. Hadi ama! İşe yarar ne varmış görelim bakalım. Şu üçüncü cümlen, evet o, gereksiz bir duygusallık yaratmış bence. İçli falan değil, hayır. Daha çok içinden geçip gitmişsin. Neden alınıyorsun? Ben kendi yazdıklarıma da gülüyorum çoğu zaman. Hem dua et gülüyorum, arkadan iş çevirmiyorum senin gibi. İçerliyorum tabi, bana anlatmadığın neler vardır kim bilir? Yine de bırakamıyorum seni, bak. Tabanları eskimiş terliklerinle odana gidip dolabı açtığında peşindeyim. Sen giyinmeye çalışırken, seni soyup anlatmaya çalışmam acıklı geliyor birden. Belki de örtmeliyim üstünü, ya da kıvrılmış yakanı düzeltip, elimi çekmeliyim yakandan. Kahve suyun kaynıyor, ben hazırlarım hadi otur. Radyoya dokunmuyorum, söz. Bu sunucuya düşkünlüğün yeni başladı farkındayım. Seninle birlikte kulak kesiliyorum ne bulduğunu anlamak için. Benim senden esirgediğim, olmak istediğin bir şeyler var onda sanırım, öyle mi? İyi de insaf et, o genç, popüler, metalik ışıltılı. Seni onun yaşında yapsam bile böyle konuşturamam ki. Senin suskunluğun öyle edepli ki, kimse yokluğunu fark edip varlığını hissedemiyor. Beni suçlama. Şu haline bak! Sürekli gözlerini kırpıştırıyorsun eleştirilince. Cümlelerime de aynı şeyi yapıyorsun sen. Onların içinden, gözlerini böyle kırpıştırarak bana bakıyorsun. Sana sunduğum hiçbir yüklemin sorumluluğunu almıyorsun. Kızmadım, konuşuyoruz şunun şurasında. Böyle bir huy edindin bir de. Kalemim ne zaman hızlansa, uzanıp yatıveriyorsun önüne. Sanki yıkıma gelmişim gibi. Kalkıp bir kahve koyuyorum kendime. Fazla ileri gitmiş olabilirim, elinden gelen bu kadar belki. Yine de özür dilemek gelmiyor içimden. Gözlerini yakalasam yeter, gülümsemek zorunda kalırsın biliyorum. Gülersen barışırız, kaç yıldır tanıyorum seni. Ama kaldırmıyorsun başını. Gözlerin muşamba masa örtüsünün kareleri içine hapsolmuş pembe çiçeklerde. Kahve fincanını eline aldığında, ezdiğin çiçek toparlanıp sığıyor yine hücresine. Bıktığın işine seri adımlarla yetişmeye çalışıyorsun sonra. Ben seni finale götürecek yeni bir yol bulma derdindeyken, sen kaşla göz arası ilk cümlemin içinde geriye dönüp, aynı fırından gevreğini alıyorsun. İki uykulu kızdan biri karşında. “ Poşet gerekmez,” diyorsun hatırlanmayı umarak. Hatırlamıyor. Dönüp bakıyorsun kapıdan her çıkışında. Dönüp tekrar yazıyorum o anı ama ne kızların ilgisini, ne uykulu gözkapaklarını aralayabiliyorum. Benim de gücüm bir yere kadar. Senin bakışına yapışmış zavallılığı silemezken, elin kızı izin verir mi sanıyorsun kalem oynatayım üzerinde? İki kırmızı ışıkta bekliyorsun, ben kısa cümlelerle peşindeyim. Asık suratlı bir emeklinin, huysuz torununu oyaladığı çocuk parkından geçiyoruz beraber. Tüm aletler fazla gergin geliyor ikimize de. Beni bir tanrı gibi etrafında arıyorsun, bütün ipleri gevşeteyim diye. Gözlerin sayfaya eğilmiş yüzümde. Neyin başlamasını istiyorsun? Belki de hiçbir şey yoktur demek istiyorum sana bakarken. Belki bitmiş bir tuz kavanozudur zaman. Yemek pişmiştir çoktan, bu tada eklenecek bir şey kalmamıştır artık. İkimizde biliyoruz bu öykünün bir yere gidemeyeceğini, niye hala kalemime dolaşıyorsun?