AGUSTOS2020
MARİA CALLAS
Tüm yaşamı tutkularının tragedyasıydı
Maria Callas
Şöyle ya da böyle herkes kendine bir hayat kurar. Asıl önemli olan öğrenmekle, araştırmakla, düşünmekle beslenerek gelişip zenginleşen bir zihin hayatı, bir iç değerler dünyası kurabilmek değil midir? Elbette her insansın kendine ait bir dünyası var. Ama insanların kaçı kendilerini zenginleştirici bir hayat kurabilmiştir? Kendilerini zenginleştiren kişilere özel bir saygı duyarım. Sanatçılar benim için bu kategoride yer alan kişilerdir. Beni heyecanlandıran, şaşırtan, hayran bırakan, yeni esinler, ümitler uyandıran kişilerdir onlar. Bazı sanatçıları kutsarız. Onların kendi çabaları ile geldikleri nokta hepimizi büyüler. Değerlerinin bilinmiş olması onlar için hiç kuşkusuz çok önemlidir.
Bu sanatçılardan biri operanın divası Maria Callas’tır. Kocaman siyah gözleri, çıkık elmacık kemikleri, hüzünlü ama mağrur ifadesi ve son derece teatral yüzü ile trajik opera kahramanlarını canlandırmak için yaratılmış gibidir.
Fırtınalı bir yaşam öyküsü olan ünlü sopranonun hayatı 1997 yılında Türkiye’de sahnelenmişti. Callas'ın son yıllarına odaklanan Terence Mcnally'nin “Ustalar Sınıfı” oyununu ilk kez İstanbul Tiyatro Festivali'nde Yıldız Kenter’den izlemiştim. Oyun Devlet Tiyatrolarının repertuarlarına da alınmış, bu kez Maria Callas’ı Ayten Gökçer canlandırmıştı. Yıldız Kenter Maria Callas rolüyle, 1998’de Ankara Sanat Kurumu tarafından “Yılın Kadın Sanatçısı” seçilmişti. Her iki oyuncu da birikimlerini en ince ayrıntısına kadar bu oyunda sergilemişlerdi. Her iki sanatçıyı da Maria Callas rolünde izlerken sanatın, sanatçının yaratma zenginliğine bir kez daha büyülenmiştim.
Her sanatçı tiyatro metnine kattığı yorumlarla değişik bir boyut kazandırmıştı ünlü Diva’ya... Yaşamının ana çizgilerini bildiğiniz, müziğini dinlediğiniz bir Diva’nın sahnede canlandırılması zor bir işti. “Ustalar Sınıfı”nı sahneye koyan Cüneyt Gökçer, ‘‘Maria Callas ve anımsattıkları’’ yazısında şöyle diyordu: ‘‘Bütün yaşamı tutkularının tragedyasıydı.’’ Belki de bu yorum sanatına tutkulu tüm sanatçılar için geçerli. Tüm usta sanatçıların hayatları gelgitler içinde, ruh çelişkilerinin eşiğinde gerçekleşmez mi?
Maria Callas ünlü bir sopranoydu. 1950’li yıllarda sahneye çıkmış, başarıları ard arda gelmişti. Başardıkça şımarmış, dünya hırçın, demir iradeli, kimi zaman tutkusunun bataklığında çırpınan bir sanatçıyla tanışmıştı. Oysa o ne kadar başarılı olursa olsun, gönlünde acıları, sevdaları, umutları taşıyordu. Tüm gücü ve güçsüzlüğü ile yaşamı ve yaşadıklarını içinde hissetmişti. Her şey hissetmesinde saklıydı; “orada neler oluyor” dedirtiyordu. Sanat tutkusunun peşinden sürüklenen, kimi kez üsten bakan, öğrencilerini küçümseyen, kendisiyle mukayese eden bir öğretmen vardı karşımızda.
ABD’de Juilliard School’da verdiği masterclass, öğretmenlik yıllarına gidersek. Sahnelere alışık olan bu kadın, bu kez öğrenci yetiştiriyordu. 1968 yılında Yunanlı armatör Aristotle Onassis’le yaşadığı aşk bitmişti. Zengin armatör aniden ilişkilerine son vermiş suikasta kurban gitmiş ABD başkanı John F. Kennedy’nin dul eşi Jacqueline Kennedy ile evlenmişti. Jacqueline Kennedy 20. yüzyılın en çarpıcı, en etkileyici ve en medyatik “First Lady”si olmuştu. Fotojenik güzelliği, ağırbaşlılığı ve gizemli kişiliğiyle, giyimiyle stil ikonu olmuş, zengin ve gelişmiş ülkelerde burjuvazi kadınlarınca örnek alınmıştı.